26 Eylül 2012

BOZKIRIN TEZENESİ'NİN ARDINDAN BAKMAK -'ÖLÜ YIKAYICILAR'


Niyetim bu değildi aslında,en azından başlarken bu değildi.Kunala da başlarken “Kürek Sesi”nin bir mezar başı sessizliğine dönüşebileceğini ummamış olmalı. Diğerlerinden hiç de farkı olmayan-en azından benim açımdan- bir Salı sabahı sadece Anadolu’nun ortası mı, biraz fazla, şifahi kültürün büyük ölümüne uyandım. Neşet Ertaş! Tabii ki üzgünüm. Bir ölünün uzun sessizliğini, ürpertiyi en çok da o sesin o toprakla nasıl örtüleceğini düşündüm.Toprak sesi nasıl örter
perdeleri kaldırdık. ölüm
ıslaktı dünyada. denizsiz bir salı günüydü.
camları açtık, öyle kaldı artık.
denizsiz bir salı kimler için önemli?
ölü, boşluğumuzu doldurdu birden,
kolasız, yakışıksız (ölü yıkayıcılar gelince)
sigara masalarında, tenteneler,
duvarlarda aile fotoğrafları, ölüye uygunsuz.
camları açtık, öyle kaldı artık. ta ki,
bir kadın su içsin evinde. -adın bir
avunmadır omuzlarımda ve anlağımda, büyük su-
bazan bir ölüm büyük bir yadırgamadır şehirlerde.


O büyük yadırgama başladığında- her ölüm kendi sahnesini yeniden yaratmaya başlamaz mı- bellek kendi yokluğunu yoklamak ister. Bütün boşlukları dolduran bir ağırlık, bakalım taşıyabilecek misin omzunda? Ahmet Turgut Uyar’ın “Ölü Yıkayıcılar” şiirini tekrar tekar okudum.Turgut Uyar şiirinin en büyük meselesi “dirim” bu kez bir ölüm sahnesini kuruyor.Bu uzun şiir boyunca farklı zamanlara gidişlerle ölümü sorguluyor şair. Ne’liği, nasıllığı mı neyi bırakıp neyi götürdüğü mü-hepsi aslında. Ölü yıkayıcıları,ölünün arkasından ağlayanlar, imamın soruları, mezarı kazanlar,gömüleceği yere nasıl gidildiği,orada beklerken olanlar, hatta konuşulan siyaset. Tüm şiirde akıp giden ölümün uzun sessizliği, büyüklüğüne inanılan bir tören gibi tüm bu hareketin ortasında, kımıltısız ve cansız.
iyi ki geldiniz burada bulundunuz
her şey öyle uzun, biz soğukuz ve
öyle solgunuz...”


Kalanların değil gidenin konuştuğu yer ama kalanın zihninde.Yokluğuna dokunduğumuz somutlaşmadıkça onu kaldırmamız da güç.Şairin şiirde öznenin peşinden koşup yakalamaya çalışırcasına ben’den bize geçişleri, biz’de kalamayıp ben’e sarılışları hiç birimiz için yadırgatıcı değil eminim. Tek başına kaldırılamaz bir ağırlığı, kimselerle durulamaz bir yalnızlığı, ‘birgün hepimiz giden olacaksa’ ihtimalinin içimizi eşeleyen sıkıntısını bir ölüm karşısında bir defalığına dahi duymamış olabilir miyiz? Hiç sanmıyorum

vapurda bilet sordular, birden. vakit,
geçti. küçüldüm.
-bir ölüye geç kalmayalım baylar
biletler nasıl olsa kesilir

Biletlerin kesilmesi kesin sonuç aslında.Bu kesinlikle başetme gücü- orada durmadan akan bir hayat! Geç kalmak da olası. ‘Biz’ geç kalabilir, bir çok kez geç kalmıştır da. ‘Ben’in geç kalmasına gelince tedirgin edici olan burası olabilir. Çıkışsız bir yadırgama. Bu tramva şiirin gerilimi sanırım,yaşamın da. Belki de “çekici düzensizliği bir ölüye gitmenin”
1935'te
bir akşam. -bir salı akşamı sanırım.-
ahah ben salakım biraz galiba
kafiyeye ve ölüme inanırım.
bütün sular bir geçmiş'tir, bütün incelikler.
tchoban kolonyası ve karpuz lambalar.
kalın bir örgü saç, sandıktan çıkarılan
devrimlerin ve çarlistonun anısı.
uçsuz bucaksız bir trendeyim, trenler de bitmez ki.


İçine sığabildiğimiz bu eşik ‘geçmiş’ midir.Yaşanılan şey geçmiştir mi diyor şair? Bir ölü için dünya da anımsanması zor bir geçmiş olabilir.Kalanlar bir geçmişin içine sıkıştırılmış ya da uçsuz bucaksız bir tren-zaman diyelim buna-içinde bekliyor olabilirler. ‘kafiyeye ve ölüme inanırım’ bu salaklığığım izi derken ‘uyuma,benzeşmeye,tekrara ve sona’ inanmak olarak düşündüm birden.Olmayabilir de. Bölünmez bir zamanı düşündürdüğü için belki de.

deniz uzar şimdi mavi haritalarda, uzamalıdır.
oysa ne gereği var ölümden konuşmamanın, biraz
böylece daha yoğun yaşar olmanın, biraz
kafiyeli. ne var?
sadece korkuyorum biraz, yani korkağıyım
bir güzel sonuca uygun olmanın...

Aslında trenler de biter içinden.  O bitmeyen akıştan-bizsiz de pekala dönebilecek olmasından dünyanın, dağların yine dağ kalmasından, yine şarkılar söylenecek olmasından kimi odalarda, hatta herşeyin yolunda olmasından, artık olmayan ‘ben’in bir geçmiş olmasından-bu biraz fazla,bu biraz fazla! Pes deyip çıkmak istemez mi insan.

bitse artık yaptığımız, bütün resimler anlamsız
bitse artık yapmadığımız.
sabah olsa,
sabah olsa çay içsek.
ölünün başucunda, mı?
karanlık ve yapışkan uyku bitse yani us
-yani bütün okulları kapatsalar tayyar bey,-
"suya gitsek. bir ben bir garson, bir ben bir garson, bir son.
ey gök yenildin. seni umursamıyorum. ölüm için yorgunum
."
tayyar beyin dünyaya alışkanlığı’ en alışık olduğumuz şey bana kalırsa.Onun için ölüme biraz yorgunuz.

bakın tayyar bey sizin saatiniz kaç?
olsa olsa yirmibirotuz.
belki daha fazlasına yoksunuz
.


Yaşamaya duyulan bir alışkanlıktan çok, ölmemeye alışkınlık sanırım bu. ‘Yirmibir- Otuz’ yaşandıktan sonra dünyayla ölüm arasında bir koridor mu var acaba.Yaşayamama koridoru...

"iğrenirim şiirden, kelime oyunlarından
sudan, sabundan, sabah içilen sodalardan
ve bir çağda yaşamaktan.
ve shakespeare'den...
suları, dağları, suları anmamaktan
üşürsün, suçluluktan,
bana aşklı bakışlarla bakmamaktan.
artık ellerimi seviyorum, artık
büyük ışığı.
artık büyük yanılmayı ve çılgınlığı
artık başkaldırmayı ve suçumu
bunalmaktan."


“üşürüz suçluluktan suçluyuz yaşamaktan” ölümün düşünceyi kaplaması tam olarak.Sahne demiştim ya-sahneyi tıklım tıklım doldurmuş bir ölüm düşüncesi. Suçluluk giden olmamanın verdiği ‘güvendeyim’ yanılsamasının uyardığı sevinçten kaynaklanıyor.Yanılsama, çünkü anlık.

benim yetkim ne sanki trenler uzunsa
öyle değil mi bayım?
işte siz de burdasınız ben de burdayım.
değil mi bayım?
bir gün örneğin kendi adıma bir imza
ben yokum.
ben hep verilen bir yetkiyi yaşarım

Burası başka bir şiire sürüklüyor zihnimi. ‘ha biz varız ha biz maskeli balo’. Ölüm burada yokuğumuzun kesin işareti olarak kalacak.Bir gün...

"...artık büyük geliyor giysilerim
kardeşim kardeşim kardeşim
utanıyorum artık utanıyorum
bakışım bulmazsa bir bakışı
dağdır. adamın biri vardı. öldü!..
ne olumsuz benim bana benzeyişim.
adamın biri vardı öldü. utanıyorum
birileri daha öldü utanıyorum.
bir pencere kapanır gibi, öyle, her yanım
..."

Sahne ışıkları sönmek üzere.Kalmakla gitmek arasında sandığımız kadar uzun bir mesafe de olmayabilir.

coşkun süreç bütün bağışlamazlığını almış gidiyor.
su hazır.
herkes kendi azlığını almış gidiyor.
o trenler, uzun şeylerin aldandığı,
bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
.................
ah sonsuz düzen
nasıl da varsın...


Sonsuz düzen. Hızını hiç bir savaşın, katliamın, olmazlığın kesemediği dünya.Belki kesik kesik, bölünmüş, sürekli ölüyor olmanın kusursuz gerçekliği.
toprak kara ıslaktı. yakardık.
açılan çukuru gördük. derindi.
tabutu tuttuk. tahtaları koydular.
tabutu indirdik. ağladık.
toprağı ellerimizle attık. ağladık.
ölüyü gömdük."


Sahne ışıkları söndü işte.Böyle birşey mi? Yadsınamaz olan, sahne kurulunca herkese bir rolün düşüyor olması. Kalan bir uğuntuyu yatıştırmak zorunda, giden hakkında henüz bir bilgimiz yok. Uzun sessizliğini saymazsak. Biz dünyalıların- ölümü bir ihtimal gibi taşımayı, yaşamayı bir ihtimal gibi yaşamayı bilmesi yok mu Kunala.Bu hiç hafifsenmemeli.-sese alışkanlığı. O sesi o toprak nasıl örtecek,yalnız bu. Düşünüyorum, yalnız bu.

Neşet Ertaş’a rahmet diliyorum.
 
eko
 
 

25 Eylül 2012

KÜREK SESİ - İSMET ÖZEL


Epeydir içinden değil ama yanından geçmeyi istediğim bir şiir var. Aylardır dönüp duruyor aklımda. Lakin cesaretimi hiç toplayamadım.  Zor imiş  şiirin yanından geçmek bile desem “öyle “dersin değil mi sevgili Eko?

Kürek Sesi...İsmet Özel’in daha yenilerde haberdar olduğum şiiri. Şiir üzerinden halleşenler gizliden bilir neyden haberdar edeceklerini. Tuhaf bir bilgi. Bir dostum tam da içinde bulunduğum durumu tarife çalışırken, mevzunun etrafında kıvranırken söyleyivermişti. Aslında herkes kendini açıklıyordu ya da ortak bir alana giriyorduk, ortak bir sesi çağırıyorduk , bilemiyorum... Tek bildiğim;

"tanrı seslenmiş olamaz
kuşlar gelmiş olamaz
ben olmuş olamam
bu çok fazla

Kürek deyince; dedem, değişik ebatlarda kürekler ve kırmızı bir toprak aklıma geliyor. Zihnim en zararsıza uğrayarak , “fazla”yı uzaklaştırma gayretine düşüyor olmalı. Sonra küreğin toprağa dalış seslerinden oluşan bir müzik başlıyor. Küreğin yumuşak toprağa kayarkenki uysallığı...Kurumuş, katılaşmış toprağa karşı ise iniltilerle, toprağı yırtarak girişi... Sevgili Eko, çocukluğun bitip tükenmez bir hazine oluşunun sırrı korktuğumuz şeyleri oraya kaçırabilmemiz olabilir mi? Yoksa her şey çok fazla. Bu fazlaya karşı ne çok şeyden bahsedebiliriz. Ne çoktur fazlanın hikâyeleri. İnsana dokununca çıkan nedir? Dokununca derinlere kaçırılan, bir sır gibi saklanan nedir? Fazla hemen söylenir mi, ya da fazlayı kendi dahi bilir mi her zaman.

 İşte artık şiir, benim yollarımda yürümeye başladığında zihnimdeki görüntüler dedemden uzaklaşıp bir insan kalbine toprağa girer gibi giriyor. Beraberce söylüyor gibiyiz şimdi, bir duvarın dibine çöküp, kanımızı emmeyi görev edinmişlerin seslerine kulağımızı kapatıp;
"Kana kan dişlere diş saç saça başa baş
Tozutmadan ağdalandırarak
Bu çok fazla.

Herk edilmişliğin de tebessüme yer açan bir fasıla verdiğini
biliriz
Bu çok fazla
"



kunala