Turgut Uyar’ın “Yokuş Yola’a” şiirini okuyorum. Şiir okurken bir mısra tutar elinden bir şehri, bir insanı, bir sesi harflerin arasına montajlar. Sanki sokaklarını dolaştığınız bir kent, sanki soluğunu unutamadığınız- bu o, sanki bir ses ama neyin sesi, o mısrada, karşınızda .Bu kez öyle olmuyor. Mısra sonunda biraz duraksıyorum, bekliyorum- yok bu kez öyle olmuyor. Bir dize bitiyor, hayır hayır anlatamadım, bir dize kanıyor. Dünya herşeyin güzel olduğu bir yer olmayacak, biliyoruz bu bir ütopya. Zaman saate bakınca anladığımız gibi sabit bir sayı döngüsünden ibaret değil. Saat üç,saat oniki kırkbir,saat sıfırsıfırsıfırsıfır. Bu kolay. Bir de o satlerde dünyanın başka yerlerini düşünmek var. Haritaya bakınca yaşanırlığı belli belirsiz uzaklar mı kanıyor?
"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar"*
Sabah uyanınca yüzünü yıkıyorsun baktığın ayna kanıyor. Yüzünü tekrar yıkıyorsun- nasıl yüzse yıkıyorsun yıkıyorsun yıkıldıkça beliriyor. Yıkmaktan usanıyorsun- Yüzüne ilişmiş bir kan izi, yıkılmıyor. Sınır boylarında bir askerden mi sıçramış, kimbilir. Uludereye gömülmüş bir sorudan mı,olabilir.Başka sınırların halkları da kan izi brakır mı- sanırım bırakır- Suriye’den olabilir. Yakın tarihten,uçköylerinden haritanın, belki bir şiirden, kitaptan-yok kitaplar olay mahaline çok sonra gelir- bir gazeteden, yirmibirinci yüzyılın tabutu gazetelerin birinden- Hakkari’de şu kadar asker, otuzdört kişi Uludere diye biryer...
"dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar"*
Demet demet kara haber. Sıkıldıysan televizyonu aç....Son dakika: Bir kadın kocası tarafından... son dakika: Dokuz şehit omuzlarda... son dakika: Esad Humus’u... son dakika: kan yayılıyor dünyada... Dünyada tahammülü en zor şey sanırım “insan” kelimesine -hangi soydan, hangi renkten, hangi kültürden, hangi dilden, hangi ülkeden olursa olsun- kanın sıçraması. Kan akmaya başlamışsa durulmaz kolay kolay, damarda nasıl akıyorsa akmak ister haritalarda, heryere sıçrar. Çocukları düşünsenize bir de, onların aklında nasıl akıyor acaba? Kan lekesi çıkar mı çocukların aklından...Korkutuyor bu soru, bırakıp şiiri, televizyonu açıyorum- bir kadın başka bir kadınla röportaj yapıyor. Mekan Ayvalık sanırım.”-Arakan’ı biliyor musunuz?, -Hayır, -Orada katliam varmış, -Ha, öyle mi.” öyle öyle, ama sizin gözlerinize kan mı oturmuş biraz, deyip kapatıyorum- gözüne kan oturanlar kırmızı mı görüyor ki kanayanlar seçilmiyor?
"sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar"*
Safdil bir hümanizma mı diyorsunuz- safdillik olsa ne olur. İnsanın insan önünde aciz hale konduğu, kanın damarda yaşama koşulu gibi taşınmayıp yüzlerimize ellerimize bulaştırıldığı –su tabancası savaşı değil ki, işgüzar haritalarda ölüler zamanı gösterirler- bir iktidar oyunu, üstünlüğünü kabule zorluyor. Çıtınızı çıkarmazsınız olur biter, göz yumarsınız geçip gider. Öyle olmuyor ama.
"bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar"*
İki yıl önce, Vilnius’ta evimin bulunduğu sokağın hemen yanında küçük, fersiz bir sokak vardı: Zydu Gatve. Nazi işgali sırasında bir Yahudi gettosu. Kara trenlerle ölüm kamplarına götürülmeden önce, yaşama eşiğinde bir acaba iğretiliğiyle bekleyen insanları kadar suskun bir sokak. Günlerce uyuyamamıştım. Oradan her geçişimde tarihte bir cümlenin üzerinden geçtiğimi hissederdim hep. O günlere şahit olmuş evler orada, pencereler orada... Safdillik belki ama, insan kelimesine, insan kelimesinden kan sıçramasına katlanamıyorum.
"Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar"*
Dünyanın bütün kara yollarında, bütün kara parçalarında ne ki bizim akşamımız; birileri meşruiyetini ispatlamak zorunda, birileri dağ yollarında çıkmaz ilişkiler kurmak zorunda, birileri bir sınırdan geçmek zorunda, birileri gencecik oğlunu bayrağına sarmak zorunda, birileri uzun masalarda çok siyasi hırslarına makul gerekçeler bulmak zorunda... Zorunda mı gerçekten... Halk sadece otobüse binen birşey mi, halk sadece ekmek yiyen birşey mi, halk sadece evlerde yaşar birşey mi, sadece adına şiirler yazılan, adına plajlar, parklar açılan, pazarlar kurulan birşey mi? Adı üzerine pazarlar kurulan, pazarlıklar yapılan, dünyada hergün ölen birşey her bakıma. Ama niye? Ne için?
"el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar"*
“Büyümek” Sevdiğimiz şeyler durmadan büyüsün isteriz. Çocuklar, çiçekler, sevinçler, aşklar sonsuza kadar büyüsün isteriz. “Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz” diyor Turgut Uyar. Cuma akşamıydı sanırım. Beş yaşındaki oğlum yanıma gelip “anne, artık büyümek istemiyorum” dedi. Nedenini sordum, cevabı net: “çok büyürsem, dünyayı kırarım” Birilerinin çok büyümesi, haritaların içinde tepinip duran büyümek arzusu... Sonra insandaki o büyüklük halleri; hesaplar, yargılar, hükümler, çıkar tutanakları, kıran kırana rekabetler, çok bilmekler... Ne çok kırık var değil mi? Tarantino filmi gibi: siyah, beyaz ansızın kırmızı. Gerçek sadece nefes darlığı yapmıyormuş, doktor. Cioran eksik söylemiş. Dayatılan gerçek bilakis yaşama darlığı yapıyormuş dünyada.
*Yokuş Yol’a- Turgut Uyar
eko
08 Ekim 2012
05 Ekim 2012
SAMANYOLUNDA VEBA
İlk yazıdan sonra hangi şiire doğru yürümeliyim diye
bakınırken aslında birden karşılaşmayı, bir şiirin öylesine bir anda çıkıp
teslim almasını istedim. Belki de zihnimde yıllardır dolaşan şiirlerden birinin
akla gelivermesini... Ama benim gizliden istediğim karşılaşma biçimi
gerçekleşmedi. Epey şiir karıştırdım, bazı şairlere hayranlığım arttı, bazı
kelimeler öğrendim, bazı duygularım tarife kavuştu. Bütün bu iyi şeyler olurken
öyle bir şey oldu ki, ne okuduğum şiirler ne hatırımdaki şiirler içimde oluşanı
iyileştiremedi. Olanın geçmesi ya da iyi
kılınması değil, kavurucu bir özlemin yatağını bulup uzanma ihtiyacı..
Evet, bir çocuk sınıfta
yani yaşıtlarının önünde bir öğretmeni öldürdü. 8. sınıf yani orta üç. Bazen kendini hastanenin acilinde bulman mümkün.
Cioran’ın şu sözü geçerli bir açıklama olsa giderdim diye düşünüyorum. “Gerçek
bende nefes darlığı yapıyor ” doktor! Nerde çocuklar gece yarılarından sonra
Çıkıp samanyoluna bakan
Bakarak çocukluğu uzatmaya çalışan
İşleri güneşin doğuşunu yayınlamak
Bütün o çocuklar nerdeler
Kalan ne
Kızların kollarının arasından gözlenen
Samanyollarında*
Bu şiirle ben ne yaparım şair!..Söyleyecek fazla sözüm yok Eko? Güneye inip bir dama uzanmak dışında."Gökle yerin arasının açılmadığı" bir yere...Belki portakal bahçelerinin oraya, tam da oraya...Ama ne başımı göğe doğru kaldırmaya ne de yere kapaklanmaya dermanım yok. " Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz"
Bakısları benekleyen yalnız ölüm
Ölüm geçti canlı ehram ölüm geçti
O taklar geçip gitti insan üstüne kurulu
Ve bağbozumları bizden bozulan
Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz
Gece yarıları samanyolu yok
Gün doğmuş doğmamış
*Samanyolunda Veba, Sezai Karakoç
kunala
03 Ekim 2012
KUŞLAR TRENLERLE GİTMESE...
"Uzun bir geçmişimiz var
Hiç yorulmadan
En azından bir kere
eğlenceli beşik
ha biz varız
ha biz maskeli balo"*
Uzun bir geçmişimiz var. İnsan sonsuz değil ama “insan” kelimesi sonsuz. Geriye doğru kocaman bir tarih, ileriye doğru sayısız ihtimal. Bazen Baltık ormanlarında yürürken düşünürüm bu şiiri. Sanırım insan nefes alıp verdiğini en yoğun hissettiği an- oksijenin yakar gibi ciğerlerinize serinliği boşalttığı an- o sınırı yokluyor. Var ve yok arasını. Ben ile başkası arasındaki o belli belirsiz telin üstünde, tam olarak korkunun üstünde. Hep şunu hissederim o an, taşıdığım ağırlığa uygun bir denge kurmak zorundayım. Herşeye, herkese eşit mesafede birşey olmalı ki kendim olarak tam orada, o belirsiz telin üzerinde yürüyebileyim. Ha deyince denge kurulmuyor ama, ayağım takılıyor bazen, arasıra taşa çarpıp sendeliyorum. Sonra bir kuşlar havalanıyor, görseniz... Tanrı tabiatın bir sayfasını çeviriyor gibi öyle donup kalıyorum. Denge işi de uçup gidiyor. Elimizde kalan maskeli balo yani. Başkasının başladığı yer belki de orası. Yanımdan patenleriyle kayıp gidenler, koşan insanlar geçmeye başlayınca anlıyorum; korku telinin artık yakınında değilim. Bizim oralarda böyle bir ilçe var değil mi Kunala? Ne güzel ismi varmış şimdi farkettim: Korkuteli. Muhtemelen “korkut eli”nden geliyor ama olsun kelimeler bazen alışıldık yerinden kırılmaz, kırılmasınlar. Portakalları ne meşhurdur oranın. Buradan bir şiir çıkar bence , ne dersin? Düşünce de görüntüye çarpınca dağılıyor böyle işte. Korku teli, portakal filan derken ormandan epey uzaklaştık. Zarifoğlu şiirinin tılsımı da burada gizli bence.Görüntüye çarpa çarpa düşünceyi dağıtır. Dağınıklığı olumsuzluk olarak kullanmıyorum burada. Çokluk da diyebiliriz. Eşyalar, nesneler, insanlar birbirinden bile isteye sökülmüş unsurlar gibidir sanki. Tam olarak nereden söküldükleri de kestirilemez. Kablolar karma karışık ve açıkta bırakılmıştır. Kablolar açıktaysa tehlike an meselesidir. Şiir de metafor kaçağı vardır çünkü, metafor da çarpar insanı. “Korku teli” demiştim ya; o; büyük bir gerilim hattıdır şiirde(hayatta da böyledir ya). Öyleyse tetikte ve uyanık olmak zorundayız. Bu zorunluluğu duymadığımız tek yer “ en azından bir kere eğlenceli olan beşiktir”.Aynı zamanda ölümcül tehlikenin başlangıcı olarak alırsak yaşamsal bir tehdidi de içerir bu. Kimin yüzüyle kalkacaksın beşikten. Şair iki kart tutar elinde,iki yol, iki anahtar: “ha biz varız, ha biz maskeli balo”
"Saygıya durup üstün bir gecede
Bir sır payı katlayıp
sade bir kahveden
Keyifsiz bir detayın hükmüyle
ha biz yokuz
ha biz seferde
Ya bu kez ölenleri görmeliysek
Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle"*
Sade bir kahveden katlanan sır payının da kırk yıl hatrı olmalı değil mi- en azından kırk yıl olmalı. Sanırım hangi kartı seçtiğimize bağlı bu. “Ha biz varız” diyebildiysek sır payının hatrı sayıyla ölçülmez, “ha biz maskeli balo” ise kartımız; varlığın sırrından hiç payımız yoktur, yokuzdur. “sır payı” denge işidir sanırım,yaşama bilgisi işidir.
Yürürken sendelediğimiz, elimizi ayağımızı bir yerlere çarptığımız, kimi zaman çok kötü düştüğümüz, dilin de kalbinde sürçtüğü; ardımızda kalınca adı pişmanlık olan, hata olan, hiç olmasaydı olan, çok üzgünüm olan, özür dilerim olan, suç bende yok sende aslında bilmiyorum olan, aslında bilmiyorsun, bilmiyoruz olan sonra hep susan “saygıya durup üstün bir gecede” dünyayla insan ya da iki kalp arasından bir tren geçMELİyse. Gücünü zorunluluğundan alan bir tren gereklilik kipiyle geçmeliyse, “sen” zamiri de kuş kadar “çabuk ve kolay” uçuverdiyse cümleden “ölenleri bu kez görürüz”, kesin olarak görürüz. Zorunluluğu bir köşede bağlı tutalım bu kez. Bir kesinlik olarak; lirik bir iç kuvvettir tren şiirde. Bir ayrılık filan başlarsa oradan belki değil mutlaka bir tren geçer. Mutluluğu ikiye kalbi sonsuza filan böler. Sonra nereden bir tren geçse –içinden bile geçse sadece- kuşlar havalanır. Sonrası malum “ha biz yokuz/ ha biz seferde”
"Parka dolalım
Park bizi alır önce
Seyrimizden bir sabah kazanır
Eğri fakat daha çok eğrilmez bir şöförle
Sayısız rampaya katlanır
ya güneşten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle
Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır"*
Birdenbire tekrar o korku telinin üzerindeyiz işte; parkın, maskeli balonun, dünyanın içinde. Seyrinden bir sabah kazanılmış bir yüz, bir resim olarak sonsuzluğun içinde. Yürüyüşü izlenen bir resim karesi gibi duruyoruz. Bakan, gören biri var- iyi ki var. Tabiat sayfasını değiştirince kuşlar nasıl havalandıysa, trenleri aynı yerden hareket ettiren biri. Donup kalıyorsunuz .Nefes alıp verdiğinizi en yoğun hissettiğiniz an “görülüyor” olmanın önünde korkuyla, umutla,aşkla “güneşten daha zengin bir sofraya diz çökmek” hep eğilmek istiyorsunuz. Bu istek ki “eğrilmiş olsanız da” -hani bin hataya bin kez çarpmış sayılsanız da- “fakat daha çok eğrilemez” bir hal olup sayısız korku üzerine yürüme cesareti veriyor. Ama hayat aşk işi. Kurduğunuz cümleye tüm kuşlar konuverir de onlardan yalnız biri, bir trenle gitmeliyse, adı “sen”se; ne fayda, kuşların hepsi birden uçuverir...
*Sen Kuş Olur Gidersin Bir Trenle-A.Cahit Zarifoğlu
eko
Kaydol:
Yorumlar (Atom)