08 Aralık 2012

İÇİMDEN DURGUN VE ÇÜRÜK SU DÜŞSE


Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim

 Umulmadık bir geceye gitmiştim. Birazdan yağmur başlayacaktı, biraz sayıklayıp yağmur yağarsa bir su düşecekti gökten..belki kalbime yetişirdi..belki ben insanlara bakarak asla içinden birinin bana yönelmediği yüzlere yani..bir şimşek çakar, gök suyunu düşürür.. ben de ..belki dedim..insan olmasını istediği kadarıyla da karşılaşıyor bazen ..seslense biri ve içimdeki “durgun ve çürük suyu” düşürse..en çok istenilen belki..bir telefon gelse, bir ses şimşek kadar göğe cesaret veren ya da annen yanına oturup kızım dese, sevgilin gözlerinden girip kapıları yumruklasa..olurdu belki..ama olmaz işte..bakar bakar dönersin..Çağrılmanın her türlü şeklini hayal ederek..her adımında ensende bir ses ağzını açıverecek..bir ömür, ensende bir sesin ağzına bakarak geçer mi eko? Geçirmişiz işte..
 
Hiç çıkmamak halinde ve olgun
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lambayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lambaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

 Evlerin ışıkları yanar. Bir illüzyon olmadığını gösterir onca kalabalığın..Gecesine aldığını evlere sakladığını..Sen de bir evde, şehrin insana ispatladığı ne varsa bakarsın, ışık cümbüşüne katılan pencereni açarsın. İşte rüzgar herkesin yüzüne değen rüzgar..Gök uzak. Herkesten olduğu kadar..pas demir çelik kokusu burnunda..Herkesin burnuna geldiği kadar..ama su gittikçe neden durgunlaşır, yandaki binadan neden çığlıklar yükselir..Üstteki adam yavaşça açar kapıyı ve yavaşça kapatır, yavaşça adımlar salonu..bu yavaşlık bir şimşek değil, kesiliverecek bir şey gibi bir an...


Herkesin durduğu bir yere gittim.
Ben Yakup
Ya onlar kimdi
Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum
Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekce bir yere oturmuş
Onu ben duyuyordum
Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
Ve "Yakup" sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde
Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
Sonra bir sey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Butun gücümle bunu bağırdım
Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı
Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi
Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
Bağırdım, bağırdım, bağırdım
Tanrının ayak izleri!
Tanrının ayak izleri!
 
İnsanlar suratını asınca sorarlar: “ ne oldu neden üzgünsün? “. Anlatırsın seni üzmeyen ne varsa. Onlara üzücü gelecek şeyleri. Üzüldüğüne inanmaları bile bir şey olur. Kimsenin anlattığından başkasını merak etmediğini öğrenmek bu işe yaramıştır. Bol bol hikaye var artık. Sinirlenmek için üzülmek için sevinmek için...Ama işte içimdeki durgun ve çürük su. Beraber  üzüldüğümüz de olur muydu eskiden..Oldu ise de artık beraber üzülmememiz için her şey yapılıyor. Kimse üzüntüsünün üstüne bir başkasının tuğlasını koymak istemiyor. Üzüntün işime yaradı  güzel! Hadi daha da üzül demek bu. Bitti, öldüm yok, devam. Ölmüyorsun, mutsuzsun. Mutsuz olduğunu biliyorken mutluluğun da olmadığını yani bütün bu kavramların hiçliğini bilmek mutluluk mu? Hiç... Hiçin bir duygusu yok... Sessizlik en iyi kelime hiçe yaraşan ama kesinlikle boşluk değil. İçinde yüzdüğün bir boşluk hissi yanıltıcı gibi gelmeye başladı son zamanlar. Kesinlikle sessizlik.

Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın /Öyle değil mi Yakup”

Kimse dokunmasın, görmesin çağırmasın. Burası çok güzel..Çok karanlık, çok acı, çok güzel, çok karanlık... Ama’dan dönüşler. Oyununu uzattıkça içeri kapatan bir kafes. Kafesinden çıkarmaya çalışanlar kahramanmış. Artık yanılsama. Sen kafesinden çıkarsan kafes inkar edilebilir de ondan..Çıkma oradan!Bu kafes çıkmayı isteyenlerin çıkamadıkları bir kafes olarak elden ele taşınmaya devam edecek..Her biriniz buraya çarptığınızda kapağını açmak için değişik bir güçle dolacaksınız..ama olmayacak..Olmamalıyı bildiğinden açmadı..Durgun ve çürük su da düşmedi..

Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
Ve biraz da çarşılar
Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
Bitmesin
Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
Kirli ve eski
Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
İntiharlara doğru büyüyen içinde
Ben, yani Yakup
Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
Açgözlü, mor kurbağalara
Akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki
Bir bardak da süt içeceğim. Sonra
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
Ben
Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup
Uyumak istiyorum.
Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.


KUNALA
 

 

02 Kasım 2012

TANRIM BİZE BİR SALINCAK



Bazen hiç konuşmak istemiyor insan. Şöyle susup eğilsin bir köşede –denizde kocaman bir dalganın geçmesini bekler gibi- gök mü zaman mı neyse o, geçip gitsin başının üzerinden ; yani geçecek olan neyse, geçsin istiyor. Bugünlerde ben öyle hissediyorum en azından, “durulmaz suların durgunluğu”na uzatıp ayaklarımı durmak - çok gelişmiş psikolojinin diyeceği birşey vardır muhakkak buna, ama ne yalan söyleyeyim pek umrumda değil bu. Bir durum şiiri bulmalı kesiksiz. Edip Cansever’in “Salıncak” isimli şiirinin “durmak “için iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum. Durgunluğu azaltmaya Tanrım bize bir salıncak...Ama önce, Kunala sallansın bu upuzun şiir boyunca göğün en dikey tanımında -bu yazı en çok O’na. Durgunluğu bir parça azalırsa, gökten bir parça da bize kalır,yeter bir parça...

“Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?

Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar”*


Ya demesek ne olur. İyi demesek. Bir durumun sınırsız gelişimi demesek. Tüm durgunluğuyla üzerimize gelip yığılan bir günü- hadi ona Salı diyelim- yığılmaktan, sürekli kendine dönen bu kapanmayı kapanmaktan kurtarabilir miyiz... Takvim yapraklarını aynı ritimle koparmaktan. Ya koparmasak yani dursak. Bu da nereden bakarsak bir kendine yığılmadır. Kör nokta. Bakalım şiir nasıl bir yönü seçiyor

"Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni ölümü taşımaya

Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik."*


Kadın, sonra sessizlik; büsbüyük bir kör nokta. Kımıldamaz gibi kımıldanmalar sonunda, durgun tükenmiş bir nokta. Zaman da ilerliyor, duyuyor musunuz saatin döngüsel hareketini- nasıl bir haz bu, tekrar tekrar tekrar. Belki bir insan gibi;süreyi, düzeni, ölümü taşıyan o tekrar

"Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertenkele... onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun... Biz buna benzer her şey diyoruz, her şey her şey
her şey"*


Gün ışıdı , peki odadaki kayalık niye. Sert, katı, yığılmış, ölü gibi durgun herşey işte; donup kalmış. Titrek çelimsiz bir iki sekme, hiç birşeye evrilmez bir iki çaba. Sonra katı bir bölünme, susuzluk, bozgun. Duyulan şey taşın ikiye bölünmesi. Ne ağır bir ses

"Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağlar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kıyılardan katılaşmış akşamüstleri"*

“boş kıyılardan çıkan katılaşmış akşamüstleri” akdenizden biliyorum ben bunu. Bir masanın; masa gibi değil, bir ağaç ölüsü gibi uzadığı balkonlardan biliyorum...Ha düştü ha düşecek gibi duran balkonlardan...Kunala da bilir bunu- akşamüstlerinin katılığının, bir insanı boğabilecek dalga boyu yüksekliğini bilir. Bir yokluğun içinden sağıp, bir yokluğu üşenmeden sağlayan bir kadın; kendi yokluğunu bulmuş bir kadın, varlığını da bulmayı bilse-bu çok mu olur?

"Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal. O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak unutmak unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz"*


Olanlar olmuştur bir kere. Bir U sesi,uğultulu bir gerilim sesi.Tarkowski filmlerinde insanın içini oyar gibi akan müzikleri çağrıştırıyor bu. Şiirin bütününde duyuluyor; o sıkıntının, donuk durgunluğun sesi. Ses açısından da içinde uzun uzun durulabilecek bir şiir bu...”taş kesilmemek için taş” bir salıncakla kıpırdayalım,bir dalgalanma olsun; işte insan böyle. Durgunluğu taşıyamıyor, durgunluk taşıyor insandan, insan taşmak istiyor. Oysa taşlar öyle mi, donuk mat, ürpermeden ne güzel taşıyorlar durgunluğu, ne güzel duruyorlar

"Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Yer değiştirmek ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?"*


Kımıldayamaz,yer değiştiremez...Burada doyma noktasına ulaşmış bir sıkıntı var. Çatlamış, ufalanıp saçılmış. Bir gün bitti, bir teker yuvarlanır gibi. Yeni bir sabah.

"Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
"Önce hep gece vardı" diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!"*


Dünyada bir aralık olmak. Edip Cansever bir çok şairin uzanamadığı biryere uzanmış burada. Bir kadın bilincini pürüzsüz  görebiliyoruz. Şairin bakışıyla karışmış da olabilir burası. Yani o kadın aralık gibiyse,varlığı gerekli bir şey olmaktan çıkmıştır-olsada olur olmasa da olur gibi duruyordur. Önce hep gece vardı; çünkü önce kadın aşk gibi duruyordu,kadın gibi duruyordu. Şimdi yok gibi duruyor. Tepeden tırnağa beyaz giyinmiş; kabuğu, imgesi duruyor, içerik kaybolmuş. Şair böyle görmüş olabilir ki bu kadarsa, E.Cansever pek bir yere uzanmamış olur .Bir de kadın açısından-dünyada bir aralık gibi durmanın neyi karşıladığına bakmak lazım.. Usandıran tekdüzelik içinde,bir alışkanlığı, durmadan katılaşan bir sıkışmayı nereden taşırabilir? Olsa da yok gibi durur; çünkü yokluğu sağıp yokluğu sağlayan o kadın, artık kendine bile uygulanamaz bir parçadır.

"Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Ona bir salıncak!"*


Bir ürperti, bir parça, bir zaman lekesi gibi kalmak. Kıymık gibi batmak varlığa. Gereksiz,sebepsiz bir aralık gibi kalmak. Bu dehşetten sağ çıksın diye; ona bir salıncak. Kendi boşluğunu bir sallansın-sımsıkı tutsun kendini. Düşmesin. O parça, katlana katlana bütününe ulaşsın, kendi varlığına dokunsun.

"Tam burda
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri -bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa... korkunç!

Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa"*


Burada bir aralık var; başkalarını görüyoruz. Bir çiçeği, bir çiçekten daha fazla oluşuyla gören bir bahçivan, çalgısına başını koymazsa uyuyamayan bir çalgıcı...Belki görüntüden taşan bir görünmez çizgi, hayatı yaşanmadığıyla da dolduran bir anlam var. Belki bir şair var; şiirinden taşan herşeyi tutmaya çalışan...

"İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de... Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar
İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya"*


Birgün başlar ne de olsa “dünyadayız artık,dünya". Burada şöyle bir his kaplıyor insanı; buraya kadar bir salıncakta sallandık. Tüm durağanlığın üzerinde, onu izleyerek. Salıncaktan indik sonra; durgun bir nokta olarak, bu katı resme dahiliz. Kendimize değdik. Bir nesne olduk, görülen bir nesne. Biraz sitem ve ironi de var burada. Sadece dışarda olanın, belirgin çizginin, daralmış somutluğun, söylenmiş sözlerin görüldüğü bir pencere çünkü bu. “yaşamış bir kadın yaşıyor” onu yaşadı mı sayıyorsun der gibi...Sadece daralmak, bir boşluğa doğru azalarak yitmek bu, diyor. ...Bir çizginin süresiz çekilişi içine yani görünmemek.... Ya da bir Giacometti yapıtı gibi; en daralmış hale sığmak, ip ince. İşte bunu; bir kadının yaşadığından-belki yaşamadığından dersek daha uygun olur- taşması olarak okuyabiliriz. Çizgi dışı.

"Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da
Günler de, zamanlar da
-Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta"*


Yaşanan tek şey; görüntü oluşturabilen bu katılaşmadır. Dişlerinizin arasına kıstırdığınız konuşamadıklarınız, durdukça donuklaşan bir taş gibi her yutkunuşta içinize doğru yuvarlanır. Yapamadıklarınız, yaşayamadıklarınız dura dura sel olmuyor erenler-sel olsa iyi- taş oluyor. Görünen tek şeyse; zaman...Geçiyor...Şiirin bu kısmı çok trajik; “bir ayak boyu yerde, bir kadın/ bırakılmış gibi yıllarca” Burada neler geliyor aklımıza: bu ayak boyu, bir kadını eziyor mu; bu ayak boyu, hiçbiryere gidemeyen ayakları mı bir kadının ya da bir ayak boyu yerde –daracık bir yer- bırakılmış mı bu kadın yıllarca...Bir ayak yürür oysa...Bu ayak sadece yerde

"Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

Tanrım size bir salıncak!"*

Uzağı görmekte ustaysa da gözleri – tüm bunları görmeden baksın, yaşamadıklarını görmeden baksın, taşlaşan bu azlığı, etin bedenden lime lime sökülüşünü duymadan yaşadığını sansın...Tanrı katına yükseldi durgunluk. Aşkınlaştı. Sıkıntı, tanrı için bile sallanma duygusu oluşturmalı, bir kıpırdanma hali olmalı. Artık bişeyler olmalı gibi bir bitiş. Ama şair tanrıyı bir yokluk olarak düşünüyorsa; ki yokluğu da çok büyüktür tanrının, olmayan bu salıncak, en çok onun büyük yokluğuna gerekli gibi bir sona da varmış olabilir pekala. Tanrı bir salıncağa gereksinmesi olsa onu oluşturabilecek yetkinliğe haiz. Oysa bizim bir salıncak için “Tanrım, bize bir salıncak” dememiz şart. İpleri sıkı tutmalı sallanırken yoksa insan boşluğuna çarpıyor. Kunala, yoksa sallanırken boşluğuna mı çarptın sen, bir kaç bulut kırılmış gibi gökten

*Edip Cansever-SALINCAK
Görsel Sami Baydar'ın bir çalışması

eko

08 Ekim 2012

Bir Şiir Neye Kanar

Turgut Uyar’ın “Yokuş Yola’a” şiirini okuyorum. Şiir okurken bir mısra tutar elinden bir şehri, bir insanı, bir sesi harflerin arasına montajlar. Sanki sokaklarını dolaştığınız bir kent, sanki soluğunu unutamadığınız- bu o, sanki bir ses ama neyin sesi, o mısrada, karşınızda .Bu kez öyle olmuyor. Mısra sonunda biraz duraksıyorum, bekliyorum- yok bu kez öyle olmuyor. Bir dize bitiyor, hayır hayır anlatamadım, bir dize kanıyor. Dünya herşeyin güzel olduğu bir yer olmayacak, biliyoruz bu bir ütopya. Zaman saate bakınca anladığımız gibi sabit bir sayı döngüsünden ibaret değil. Saat üç,saat oniki kırkbir,saat sıfırsıfırsıfırsıfır. Bu kolay. Bir de o satlerde dünyanın başka yerlerini düşünmek var. Haritaya bakınca yaşanırlığı belli belirsiz uzaklar mı kanıyor?

"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar"*


Sabah uyanınca yüzünü yıkıyorsun baktığın ayna kanıyor. Yüzünü tekrar yıkıyorsun- nasıl yüzse yıkıyorsun yıkıyorsun yıkıldıkça beliriyor. Yıkmaktan usanıyorsun- Yüzüne ilişmiş bir kan izi, yıkılmıyor. Sınır boylarında bir askerden mi sıçramış, kimbilir. Uludereye gömülmüş bir sorudan mı,olabilir.Başka sınırların halkları da kan izi brakır mı- sanırım bırakır- Suriye’den olabilir. Yakın tarihten,uçköylerinden haritanın, belki bir şiirden, kitaptan-yok kitaplar olay mahaline çok sonra gelir- bir gazeteden, yirmibirinci yüzyılın tabutu gazetelerin birinden- Hakkari’de şu kadar asker, otuzdört kişi Uludere diye biryer...

"dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar


Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar"*


Demet demet kara haber. Sıkıldıysan televizyonu aç....Son dakika: Bir kadın kocası tarafından... son dakika: Dokuz şehit omuzlarda... son dakika: Esad Humus’u... son dakika: kan yayılıyor dünyada... Dünyada tahammülü en zor şey sanırım “insan” kelimesine -hangi soydan, hangi renkten, hangi kültürden, hangi dilden, hangi ülkeden olursa olsun- kanın sıçraması. Kan akmaya başlamışsa durulmaz kolay kolay, damarda nasıl akıyorsa akmak ister haritalarda, heryere sıçrar. Çocukları düşünsenize bir de, onların aklında nasıl akıyor acaba? Kan lekesi çıkar mı çocukların aklından...Korkutuyor bu soru, bırakıp şiiri, televizyonu açıyorum- bir kadın başka bir kadınla röportaj yapıyor. Mekan Ayvalık sanırım.”-Arakan’ı biliyor musunuz?, -Hayır, -Orada katliam varmış, -Ha, öyle mi.” öyle öyle, ama sizin gözlerinize kan mı oturmuş biraz, deyip kapatıyorum- gözüne kan oturanlar kırmızı mı görüyor ki kanayanlar seçilmiyor?

"sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar"*


Safdil bir hümanizma mı diyorsunuz- safdillik olsa ne olur. İnsanın insan önünde aciz hale konduğu, kanın damarda yaşama koşulu gibi taşınmayıp yüzlerimize ellerimize bulaştırıldığı –su tabancası savaşı değil ki, işgüzar haritalarda ölüler zamanı gösterirler- bir iktidar oyunu, üstünlüğünü kabule zorluyor. Çıtınızı çıkarmazsınız olur biter, göz yumarsınız geçip gider. Öyle olmuyor ama.

"bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar"*


İki yıl önce, Vilnius’ta evimin bulunduğu sokağın hemen yanında küçük, fersiz bir sokak vardı: Zydu Gatve. Nazi işgali sırasında bir Yahudi gettosu. Kara trenlerle ölüm kamplarına götürülmeden önce, yaşama eşiğinde bir acaba iğretiliğiyle bekleyen insanları kadar suskun bir sokak. Günlerce uyuyamamıştım. Oradan her geçişimde tarihte bir cümlenin üzerinden geçtiğimi hissederdim hep. O günlere şahit olmuş evler orada, pencereler orada... Safdillik belki ama, insan kelimesine, insan kelimesinden kan sıçramasına katlanamıyorum.

"Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar"*


Dünyanın bütün kara yollarında, bütün kara parçalarında ne ki bizim akşamımız; birileri meşruiyetini ispatlamak zorunda, birileri dağ yollarında çıkmaz ilişkiler kurmak zorunda, birileri bir sınırdan geçmek zorunda, birileri gencecik oğlunu bayrağına sarmak zorunda, birileri uzun masalarda çok siyasi hırslarına makul gerekçeler bulmak zorunda... Zorunda mı gerçekten... Halk sadece otobüse binen birşey mi, halk sadece ekmek yiyen birşey mi, halk sadece evlerde yaşar birşey mi, sadece adına şiirler yazılan, adına plajlar, parklar açılan, pazarlar kurulan birşey mi? Adı üzerine pazarlar kurulan, pazarlıklar yapılan, dünyada hergün ölen birşey her bakıma. Ama niye? Ne için?

"el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar"*


“Büyümek” Sevdiğimiz şeyler durmadan büyüsün isteriz. Çocuklar, çiçekler, sevinçler, aşklar sonsuza kadar büyüsün isteriz. “Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz” diyor Turgut Uyar. Cuma akşamıydı sanırım. Beş yaşındaki oğlum yanıma gelip “anne, artık büyümek istemiyorum” dedi. Nedenini sordum, cevabı net: “çok büyürsem, dünyayı kırarım” Birilerinin çok büyümesi, haritaların içinde tepinip duran büyümek arzusu... Sonra insandaki o büyüklük halleri; hesaplar, yargılar, hükümler, çıkar tutanakları, kıran kırana rekabetler, çok bilmekler... Ne çok kırık var değil mi? Tarantino filmi gibi: siyah, beyaz ansızın kırmızı. Gerçek sadece nefes darlığı yapmıyormuş, doktor. Cioran eksik söylemiş. Dayatılan gerçek bilakis yaşama darlığı yapıyormuş dünyada.

*Yokuş Yol’a- Turgut Uyar

eko

05 Ekim 2012

SAMANYOLUNDA VEBA


İlk yazıdan sonra hangi şiire doğru yürümeliyim diye bakınırken aslında birden karşılaşmayı, bir şiirin öylesine bir anda çıkıp teslim almasını istedim. Belki de zihnimde yıllardır dolaşan şiirlerden birinin akla gelivermesini... Ama benim gizliden istediğim karşılaşma biçimi gerçekleşmedi. Epey şiir karıştırdım, bazı şairlere hayranlığım arttı, bazı kelimeler öğrendim, bazı duygularım tarife kavuştu. Bütün bu iyi şeyler olurken öyle bir şey oldu ki, ne okuduğum şiirler ne hatırımdaki şiirler içimde oluşanı iyileştiremedi.  Olanın geçmesi ya da iyi kılınması değil, kavurucu bir özlemin yatağını bulup uzanma ihtiyacı..
   Evet, bir çocuk sınıfta yani yaşıtlarının önünde bir öğretmeni öldürdü.  8. sınıf yani orta üç. Bazen  kendini hastanenin acilinde bulman mümkün. Cioran’ın şu sözü geçerli bir açıklama olsa giderdim diye düşünüyorum. “Gerçek bende nefes darlığı yapıyor ” doktor!

Nerde çocuklar gece yarılarından sonra
Çıkıp samanyoluna bakan
Bakarak çocukluğu uzatmaya çalışan
İşleri güneşin doğuşunu yayınlamak
Bütün o çocuklar nerdeler

Kalan ne
Kızların kollarının arasından gözlenen
Samanyollarında*



Bu şiirle ben ne yaparım şair!..Söyleyecek fazla sözüm yok Eko? Güneye inip bir dama uzanmak dışında."Gökle yerin arasının açılmadığı" bir yere...Belki portakal bahçelerinin oraya, tam da oraya...Ama ne başımı göğe doğru kaldırmaya ne de yere kapaklanmaya dermanım yok. " Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz"


Bakısları benekleyen yalnız ölüm
Ölüm geçti canlı ehram ölüm geçti
O taklar geçip gitti insan üstüne kurulu

Ve bağbozumları bizden bozulan
Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz
Gece yarıları samanyolu yok
Gün doğmuş doğmamış




*Samanyolunda Veba, Sezai Karakoç

kunala

 

03 Ekim 2012

KUŞLAR TRENLERLE GİTMESE...


"Uzun bir geçmişimiz var
Hiç yorulmadan
En azından bir kere
eğlenceli beşik
ha biz varız
ha biz maskeli balo"*


Uzun bir geçmişimiz var. İnsan sonsuz değil ama “insan” kelimesi sonsuz. Geriye doğru kocaman bir tarih, ileriye doğru sayısız ihtimal. Bazen Baltık ormanlarında yürürken düşünürüm bu şiiri. Sanırım insan nefes alıp verdiğini en yoğun hissettiği an- oksijenin yakar gibi ciğerlerinize serinliği boşalttığı an- o sınırı yokluyor. Var ve yok arasını. Ben ile başkası arasındaki o belli belirsiz telin üstünde, tam olarak korkunun üstünde. Hep şunu hissederim o an, taşıdığım ağırlığa uygun bir denge kurmak zorundayım. Herşeye, herkese eşit mesafede birşey olmalı ki kendim olarak tam orada, o belirsiz telin üzerinde yürüyebileyim. Ha deyince denge kurulmuyor ama, ayağım takılıyor bazen, arasıra taşa çarpıp sendeliyorum. Sonra bir kuşlar havalanıyor, görseniz... Tanrı tabiatın bir sayfasını çeviriyor gibi öyle donup kalıyorum. Denge işi de uçup gidiyor. Elimizde kalan maskeli balo yani. Başkasının başladığı yer belki de orası. Yanımdan patenleriyle kayıp gidenler, koşan insanlar geçmeye başlayınca anlıyorum; korku telinin artık yakınında değilim. Bizim oralarda böyle bir ilçe var değil mi Kunala? Ne güzel ismi varmış şimdi farkettim: Korkuteli. Muhtemelen “korkut eli”nden geliyor ama olsun kelimeler bazen alışıldık yerinden kırılmaz, kırılmasınlar. Portakalları ne meşhurdur oranın. Buradan bir şiir çıkar bence , ne dersin? Düşünce de görüntüye çarpınca dağılıyor böyle işte. Korku teli, portakal filan derken ormandan epey uzaklaştık. Zarifoğlu şiirinin tılsımı da burada gizli bence.Görüntüye çarpa çarpa düşünceyi dağıtır. Dağınıklığı olumsuzluk olarak kullanmıyorum burada. Çokluk da diyebiliriz. Eşyalar, nesneler, insanlar birbirinden bile isteye sökülmüş unsurlar gibidir sanki. Tam olarak nereden söküldükleri de kestirilemez. Kablolar karma karışık ve açıkta bırakılmıştır. Kablolar açıktaysa tehlike an meselesidir. Şiir de metafor kaçağı vardır çünkü, metafor da çarpar insanı. “Korku teli” demiştim ya; o; büyük bir gerilim hattıdır şiirde(hayatta da böyledir ya). Öyleyse tetikte ve uyanık olmak zorundayız. Bu zorunluluğu duymadığımız tek yer “ en azından bir kere eğlenceli olan beşiktir”.Aynı zamanda ölümcül tehlikenin başlangıcı olarak alırsak yaşamsal bir tehdidi de içerir bu. Kimin yüzüyle kalkacaksın beşikten. Şair iki kart tutar elinde,iki yol, iki anahtar: “ha biz varız, ha biz maskeli balo”

"Saygıya durup üstün bir gecede
Bir sır payı katlayıp
sade bir kahveden
Keyifsiz bir detayın hükmüyle
ha biz yokuz
ha biz seferde

Ya bu kez ölenleri görmeliysek
Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle"*


Sade bir kahveden katlanan sır payının da kırk yıl hatrı olmalı değil mi- en azından kırk yıl olmalı. Sanırım hangi kartı seçtiğimize bağlı bu. “Ha biz varız” diyebildiysek sır payının hatrı sayıyla ölçülmez, “ha biz maskeli balo” ise kartımız; varlığın sırrından hiç payımız yoktur, yokuzdur. “sır payı” denge işidir sanırım,yaşama bilgisi işidir.
Yürürken sendelediğimiz, elimizi ayağımızı bir yerlere çarptığımız, kimi zaman çok kötü düştüğümüz, dilin de kalbinde sürçtüğü; ardımızda kalınca adı pişmanlık olan, hata olan, hiç olmasaydı olan, çok üzgünüm olan, özür dilerim olan, suç bende yok sende aslında bilmiyorum olan, aslında bilmiyorsun, bilmiyoruz olan sonra hep susan “saygıya durup üstün bir gecede” dünyayla insan ya da iki kalp arasından bir tren geçMELİyse. Gücünü zorunluluğundan alan bir tren gereklilik kipiyle geçmeliyse, “sen” zamiri de kuş kadar “çabuk ve kolay” uçuverdiyse cümleden “ölenleri bu kez görürüz”, kesin olarak görürüz. Zorunluluğu bir köşede bağlı tutalım bu kez. Bir kesinlik olarak; lirik bir iç kuvvettir tren şiirde. Bir ayrılık filan başlarsa oradan belki değil mutlaka bir tren geçer. Mutluluğu ikiye kalbi sonsuza filan böler. Sonra nereden bir tren geçse –içinden bile geçse sadece- kuşlar havalanır. Sonrası malum “ha biz yokuz/ ha biz seferde”


"Parka dolalım
Park bizi alır önce
Seyrimizden bir sabah kazanır
Eğri fakat daha çok eğrilmez bir şöförle
Sayısız rampaya katlanır
ya güneşten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle


Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır"*

Birdenbire tekrar o korku telinin üzerindeyiz işte; parkın, maskeli balonun, dünyanın içinde. Seyrinden bir sabah kazanılmış bir yüz, bir resim olarak sonsuzluğun içinde. Yürüyüşü izlenen bir resim karesi gibi duruyoruz. Bakan, gören biri var- iyi ki var. Tabiat sayfasını değiştirince kuşlar nasıl havalandıysa, trenleri aynı yerden hareket ettiren biri. Donup kalıyorsunuz .Nefes alıp verdiğinizi en yoğun hissettiğiniz an “görülüyor” olmanın önünde korkuyla, umutla,aşkla “güneşten daha zengin bir sofraya diz çökmek” hep eğilmek istiyorsunuz. Bu istek ki “eğrilmiş olsanız da” -hani bin hataya bin kez çarpmış sayılsanız da- “fakat daha çok eğrilemez” bir hal olup sayısız korku üzerine yürüme cesareti veriyor. Ama hayat aşk işi. Kurduğunuz cümleye tüm kuşlar konuverir de onlardan yalnız biri, bir trenle gitmeliyse, adı “sen”se; ne fayda, kuşların hepsi birden uçuverir...


*Sen Kuş Olur Gidersin Bir Trenle-A.Cahit Zarifoğlu


eko

26 Eylül 2012

BOZKIRIN TEZENESİ'NİN ARDINDAN BAKMAK -'ÖLÜ YIKAYICILAR'


Niyetim bu değildi aslında,en azından başlarken bu değildi.Kunala da başlarken “Kürek Sesi”nin bir mezar başı sessizliğine dönüşebileceğini ummamış olmalı. Diğerlerinden hiç de farkı olmayan-en azından benim açımdan- bir Salı sabahı sadece Anadolu’nun ortası mı, biraz fazla, şifahi kültürün büyük ölümüne uyandım. Neşet Ertaş! Tabii ki üzgünüm. Bir ölünün uzun sessizliğini, ürpertiyi en çok da o sesin o toprakla nasıl örtüleceğini düşündüm.Toprak sesi nasıl örter
perdeleri kaldırdık. ölüm
ıslaktı dünyada. denizsiz bir salı günüydü.
camları açtık, öyle kaldı artık.
denizsiz bir salı kimler için önemli?
ölü, boşluğumuzu doldurdu birden,
kolasız, yakışıksız (ölü yıkayıcılar gelince)
sigara masalarında, tenteneler,
duvarlarda aile fotoğrafları, ölüye uygunsuz.
camları açtık, öyle kaldı artık. ta ki,
bir kadın su içsin evinde. -adın bir
avunmadır omuzlarımda ve anlağımda, büyük su-
bazan bir ölüm büyük bir yadırgamadır şehirlerde.


O büyük yadırgama başladığında- her ölüm kendi sahnesini yeniden yaratmaya başlamaz mı- bellek kendi yokluğunu yoklamak ister. Bütün boşlukları dolduran bir ağırlık, bakalım taşıyabilecek misin omzunda? Ahmet Turgut Uyar’ın “Ölü Yıkayıcılar” şiirini tekrar tekar okudum.Turgut Uyar şiirinin en büyük meselesi “dirim” bu kez bir ölüm sahnesini kuruyor.Bu uzun şiir boyunca farklı zamanlara gidişlerle ölümü sorguluyor şair. Ne’liği, nasıllığı mı neyi bırakıp neyi götürdüğü mü-hepsi aslında. Ölü yıkayıcıları,ölünün arkasından ağlayanlar, imamın soruları, mezarı kazanlar,gömüleceği yere nasıl gidildiği,orada beklerken olanlar, hatta konuşulan siyaset. Tüm şiirde akıp giden ölümün uzun sessizliği, büyüklüğüne inanılan bir tören gibi tüm bu hareketin ortasında, kımıltısız ve cansız.
iyi ki geldiniz burada bulundunuz
her şey öyle uzun, biz soğukuz ve
öyle solgunuz...”


Kalanların değil gidenin konuştuğu yer ama kalanın zihninde.Yokluğuna dokunduğumuz somutlaşmadıkça onu kaldırmamız da güç.Şairin şiirde öznenin peşinden koşup yakalamaya çalışırcasına ben’den bize geçişleri, biz’de kalamayıp ben’e sarılışları hiç birimiz için yadırgatıcı değil eminim. Tek başına kaldırılamaz bir ağırlığı, kimselerle durulamaz bir yalnızlığı, ‘birgün hepimiz giden olacaksa’ ihtimalinin içimizi eşeleyen sıkıntısını bir ölüm karşısında bir defalığına dahi duymamış olabilir miyiz? Hiç sanmıyorum

vapurda bilet sordular, birden. vakit,
geçti. küçüldüm.
-bir ölüye geç kalmayalım baylar
biletler nasıl olsa kesilir

Biletlerin kesilmesi kesin sonuç aslında.Bu kesinlikle başetme gücü- orada durmadan akan bir hayat! Geç kalmak da olası. ‘Biz’ geç kalabilir, bir çok kez geç kalmıştır da. ‘Ben’in geç kalmasına gelince tedirgin edici olan burası olabilir. Çıkışsız bir yadırgama. Bu tramva şiirin gerilimi sanırım,yaşamın da. Belki de “çekici düzensizliği bir ölüye gitmenin”
1935'te
bir akşam. -bir salı akşamı sanırım.-
ahah ben salakım biraz galiba
kafiyeye ve ölüme inanırım.
bütün sular bir geçmiş'tir, bütün incelikler.
tchoban kolonyası ve karpuz lambalar.
kalın bir örgü saç, sandıktan çıkarılan
devrimlerin ve çarlistonun anısı.
uçsuz bucaksız bir trendeyim, trenler de bitmez ki.


İçine sığabildiğimiz bu eşik ‘geçmiş’ midir.Yaşanılan şey geçmiştir mi diyor şair? Bir ölü için dünya da anımsanması zor bir geçmiş olabilir.Kalanlar bir geçmişin içine sıkıştırılmış ya da uçsuz bucaksız bir tren-zaman diyelim buna-içinde bekliyor olabilirler. ‘kafiyeye ve ölüme inanırım’ bu salaklığığım izi derken ‘uyuma,benzeşmeye,tekrara ve sona’ inanmak olarak düşündüm birden.Olmayabilir de. Bölünmez bir zamanı düşündürdüğü için belki de.

deniz uzar şimdi mavi haritalarda, uzamalıdır.
oysa ne gereği var ölümden konuşmamanın, biraz
böylece daha yoğun yaşar olmanın, biraz
kafiyeli. ne var?
sadece korkuyorum biraz, yani korkağıyım
bir güzel sonuca uygun olmanın...

Aslında trenler de biter içinden.  O bitmeyen akıştan-bizsiz de pekala dönebilecek olmasından dünyanın, dağların yine dağ kalmasından, yine şarkılar söylenecek olmasından kimi odalarda, hatta herşeyin yolunda olmasından, artık olmayan ‘ben’in bir geçmiş olmasından-bu biraz fazla,bu biraz fazla! Pes deyip çıkmak istemez mi insan.

bitse artık yaptığımız, bütün resimler anlamsız
bitse artık yapmadığımız.
sabah olsa,
sabah olsa çay içsek.
ölünün başucunda, mı?
karanlık ve yapışkan uyku bitse yani us
-yani bütün okulları kapatsalar tayyar bey,-
"suya gitsek. bir ben bir garson, bir ben bir garson, bir son.
ey gök yenildin. seni umursamıyorum. ölüm için yorgunum
."
tayyar beyin dünyaya alışkanlığı’ en alışık olduğumuz şey bana kalırsa.Onun için ölüme biraz yorgunuz.

bakın tayyar bey sizin saatiniz kaç?
olsa olsa yirmibirotuz.
belki daha fazlasına yoksunuz
.


Yaşamaya duyulan bir alışkanlıktan çok, ölmemeye alışkınlık sanırım bu. ‘Yirmibir- Otuz’ yaşandıktan sonra dünyayla ölüm arasında bir koridor mu var acaba.Yaşayamama koridoru...

"iğrenirim şiirden, kelime oyunlarından
sudan, sabundan, sabah içilen sodalardan
ve bir çağda yaşamaktan.
ve shakespeare'den...
suları, dağları, suları anmamaktan
üşürsün, suçluluktan,
bana aşklı bakışlarla bakmamaktan.
artık ellerimi seviyorum, artık
büyük ışığı.
artık büyük yanılmayı ve çılgınlığı
artık başkaldırmayı ve suçumu
bunalmaktan."


“üşürüz suçluluktan suçluyuz yaşamaktan” ölümün düşünceyi kaplaması tam olarak.Sahne demiştim ya-sahneyi tıklım tıklım doldurmuş bir ölüm düşüncesi. Suçluluk giden olmamanın verdiği ‘güvendeyim’ yanılsamasının uyardığı sevinçten kaynaklanıyor.Yanılsama, çünkü anlık.

benim yetkim ne sanki trenler uzunsa
öyle değil mi bayım?
işte siz de burdasınız ben de burdayım.
değil mi bayım?
bir gün örneğin kendi adıma bir imza
ben yokum.
ben hep verilen bir yetkiyi yaşarım

Burası başka bir şiire sürüklüyor zihnimi. ‘ha biz varız ha biz maskeli balo’. Ölüm burada yokuğumuzun kesin işareti olarak kalacak.Bir gün...

"...artık büyük geliyor giysilerim
kardeşim kardeşim kardeşim
utanıyorum artık utanıyorum
bakışım bulmazsa bir bakışı
dağdır. adamın biri vardı. öldü!..
ne olumsuz benim bana benzeyişim.
adamın biri vardı öldü. utanıyorum
birileri daha öldü utanıyorum.
bir pencere kapanır gibi, öyle, her yanım
..."

Sahne ışıkları sönmek üzere.Kalmakla gitmek arasında sandığımız kadar uzun bir mesafe de olmayabilir.

coşkun süreç bütün bağışlamazlığını almış gidiyor.
su hazır.
herkes kendi azlığını almış gidiyor.
o trenler, uzun şeylerin aldandığı,
bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
.................
ah sonsuz düzen
nasıl da varsın...


Sonsuz düzen. Hızını hiç bir savaşın, katliamın, olmazlığın kesemediği dünya.Belki kesik kesik, bölünmüş, sürekli ölüyor olmanın kusursuz gerçekliği.
toprak kara ıslaktı. yakardık.
açılan çukuru gördük. derindi.
tabutu tuttuk. tahtaları koydular.
tabutu indirdik. ağladık.
toprağı ellerimizle attık. ağladık.
ölüyü gömdük."


Sahne ışıkları söndü işte.Böyle birşey mi? Yadsınamaz olan, sahne kurulunca herkese bir rolün düşüyor olması. Kalan bir uğuntuyu yatıştırmak zorunda, giden hakkında henüz bir bilgimiz yok. Uzun sessizliğini saymazsak. Biz dünyalıların- ölümü bir ihtimal gibi taşımayı, yaşamayı bir ihtimal gibi yaşamayı bilmesi yok mu Kunala.Bu hiç hafifsenmemeli.-sese alışkanlığı. O sesi o toprak nasıl örtecek,yalnız bu. Düşünüyorum, yalnız bu.

Neşet Ertaş’a rahmet diliyorum.
 
eko
 
 

25 Eylül 2012

KÜREK SESİ - İSMET ÖZEL


Epeydir içinden değil ama yanından geçmeyi istediğim bir şiir var. Aylardır dönüp duruyor aklımda. Lakin cesaretimi hiç toplayamadım.  Zor imiş  şiirin yanından geçmek bile desem “öyle “dersin değil mi sevgili Eko?

Kürek Sesi...İsmet Özel’in daha yenilerde haberdar olduğum şiiri. Şiir üzerinden halleşenler gizliden bilir neyden haberdar edeceklerini. Tuhaf bir bilgi. Bir dostum tam da içinde bulunduğum durumu tarife çalışırken, mevzunun etrafında kıvranırken söyleyivermişti. Aslında herkes kendini açıklıyordu ya da ortak bir alana giriyorduk, ortak bir sesi çağırıyorduk , bilemiyorum... Tek bildiğim;

"tanrı seslenmiş olamaz
kuşlar gelmiş olamaz
ben olmuş olamam
bu çok fazla

Kürek deyince; dedem, değişik ebatlarda kürekler ve kırmızı bir toprak aklıma geliyor. Zihnim en zararsıza uğrayarak , “fazla”yı uzaklaştırma gayretine düşüyor olmalı. Sonra küreğin toprağa dalış seslerinden oluşan bir müzik başlıyor. Küreğin yumuşak toprağa kayarkenki uysallığı...Kurumuş, katılaşmış toprağa karşı ise iniltilerle, toprağı yırtarak girişi... Sevgili Eko, çocukluğun bitip tükenmez bir hazine oluşunun sırrı korktuğumuz şeyleri oraya kaçırabilmemiz olabilir mi? Yoksa her şey çok fazla. Bu fazlaya karşı ne çok şeyden bahsedebiliriz. Ne çoktur fazlanın hikâyeleri. İnsana dokununca çıkan nedir? Dokununca derinlere kaçırılan, bir sır gibi saklanan nedir? Fazla hemen söylenir mi, ya da fazlayı kendi dahi bilir mi her zaman.

 İşte artık şiir, benim yollarımda yürümeye başladığında zihnimdeki görüntüler dedemden uzaklaşıp bir insan kalbine toprağa girer gibi giriyor. Beraberce söylüyor gibiyiz şimdi, bir duvarın dibine çöküp, kanımızı emmeyi görev edinmişlerin seslerine kulağımızı kapatıp;
"Kana kan dişlere diş saç saça başa baş
Tozutmadan ağdalandırarak
Bu çok fazla.

Herk edilmişliğin de tebessüme yer açan bir fasıla verdiğini
biliriz
Bu çok fazla
"



kunala