Niyetim bu değildi
aslında,en azından başlarken bu değildi.Kunala da başlarken “Kürek Sesi”nin bir
mezar başı sessizliğine dönüşebileceğini ummamış olmalı. Diğerlerinden hiç de
farkı olmayan-en azından benim açımdan- bir Salı sabahı sadece Anadolu’nun ortası
mı, biraz fazla, şifahi kültürün büyük ölümüne uyandım. Neşet Ertaş! Tabii ki
üzgünüm. Bir ölünün uzun sessizliğini, ürpertiyi en çok da o sesin o toprakla
nasıl örtüleceğini düşündüm.Toprak sesi nasıl örter
perdeleri kaldırdık. ölüm
ıslaktı dünyada. denizsiz bir salı günüydü.
camları açtık, öyle kaldı artık.
denizsiz bir salı kimler için önemli?
ölü, boşluğumuzu doldurdu birden,
kolasız, yakışıksız (ölü yıkayıcılar gelince)
sigara masalarında, tenteneler,
duvarlarda aile fotoğrafları, ölüye uygunsuz.
camları açtık, öyle kaldı artık. ta ki,
bir kadın su içsin evinde. -adın bir
avunmadır omuzlarımda ve anlağımda, büyük su-
bazan bir ölüm büyük bir yadırgamadır şehirlerde.
O büyük yadırgama başladığında- her ölüm kendi sahnesini
yeniden yaratmaya başlamaz mı- bellek kendi yokluğunu yoklamak ister. Bütün
boşlukları dolduran bir ağırlık, bakalım taşıyabilecek misin omzunda? Ahmet Turgut
Uyar’ın “Ölü Yıkayıcılar” şiirini tekrar tekar okudum.Turgut Uyar şiirinin en
büyük meselesi “dirim” bu kez bir ölüm sahnesini kuruyor.Bu uzun şiir boyunca
farklı zamanlara gidişlerle ölümü sorguluyor şair. Ne’liği, nasıllığı mı neyi
bırakıp neyi götürdüğü mü-hepsi aslında. Ölü yıkayıcıları,ölünün arkasından
ağlayanlar, imamın soruları, mezarı kazanlar,gömüleceği yere nasıl gidildiği,orada
beklerken olanlar, hatta konuşulan siyaset. Tüm şiirde akıp giden ölümün uzun
sessizliği, büyüklüğüne inanılan bir tören gibi tüm bu hareketin ortasında,
kımıltısız ve cansız.
“iyi ki geldiniz burada bulundunuz
her şey öyle uzun, biz soğukuz ve
öyle solgunuz...”
Kalanların değil gidenin konuştuğu yer ama kalanın
zihninde.Yokluğuna dokunduğumuz somutlaşmadıkça onu kaldırmamız da güç.Şairin
şiirde öznenin peşinden koşup yakalamaya çalışırcasına ben’den bize geçişleri,
biz’de kalamayıp ben’e sarılışları hiç birimiz için yadırgatıcı değil eminim.
Tek başına kaldırılamaz bir ağırlığı, kimselerle durulamaz bir yalnızlığı,
‘birgün hepimiz giden olacaksa’ ihtimalinin içimizi eşeleyen sıkıntısını bir
ölüm karşısında bir defalığına dahi duymamış olabilir miyiz? Hiç sanmıyorum
vapurda bilet sordular, birden. vakit,
geçti. küçüldüm.
-bir ölüye geç kalmayalım baylar
biletler nasıl olsa kesilir
Biletlerin kesilmesi kesin sonuç aslında.Bu kesinlikle
başetme gücü- orada durmadan akan bir hayat! Geç kalmak da olası. ‘Biz’
geç kalabilir, bir çok kez geç kalmıştır da. ‘Ben’in geç kalmasına gelince
tedirgin edici olan burası olabilir. Çıkışsız bir yadırgama. Bu tramva şiirin
gerilimi sanırım,yaşamın da. Belki de “çekici düzensizliği bir ölüye gitmenin”
1935'te
bir akşam. -bir salı akşamı sanırım.-
ahah ben salakım biraz galiba
kafiyeye ve ölüme inanırım.
bütün sular bir geçmiş'tir, bütün incelikler.
tchoban kolonyası ve karpuz lambalar.
kalın bir örgü saç, sandıktan çıkarılan
devrimlerin ve çarlistonun anısı.
uçsuz bucaksız bir trendeyim, trenler de bitmez ki.
İçine sığabildiğimiz bu eşik ‘geçmiş’ midir.Yaşanılan şey
geçmiştir mi diyor şair? Bir ölü için dünya da anımsanması zor bir geçmiş
olabilir.Kalanlar bir geçmişin içine sıkıştırılmış ya da uçsuz bucaksız bir
tren-zaman diyelim buna-içinde bekliyor olabilirler. ‘kafiyeye ve ölüme
inanırım’ bu salaklığığım izi derken ‘uyuma,benzeşmeye,tekrara ve sona’ inanmak
olarak düşündüm birden.Olmayabilir de. Bölünmez bir zamanı düşündürdüğü için
belki de.
deniz uzar şimdi mavi haritalarda, uzamalıdır.
oysa ne gereği var ölümden konuşmamanın, biraz
böylece daha yoğun yaşar olmanın, biraz
kafiyeli. ne var?
sadece korkuyorum biraz, yani korkağıyım
bir güzel sonuca uygun olmanın...
Aslında trenler de biter içinden. O bitmeyen akıştan-bizsiz de pekala
dönebilecek olmasından dünyanın, dağların yine dağ kalmasından, yine şarkılar
söylenecek olmasından kimi odalarda, hatta herşeyin yolunda olmasından, artık
olmayan ‘ben’in bir geçmiş olmasından-bu biraz fazla,bu biraz fazla! Pes deyip
çıkmak istemez mi insan.
bitse artık yaptığımız, bütün resimler anlamsız
bitse artık yapmadığımız.
sabah olsa,
sabah olsa çay içsek.
ölünün başucunda, mı?
karanlık ve yapışkan uyku bitse yani us
-yani bütün okulları kapatsalar tayyar bey,-
"suya gitsek. bir ben bir garson, bir ben bir garson, bir son.
ey gök yenildin. seni umursamıyorum. ölüm için yorgunum."
‘tayyar beyin dünyaya alışkanlığı’ en alışık olduğumuz
şey bana kalırsa.Onun için ölüme biraz yorgunuz.
bakın tayyar bey sizin saatiniz kaç?
olsa olsa yirmibirotuz.
belki daha fazlasına yoksunuz.
Yaşamaya duyulan bir alışkanlıktan çok, ölmemeye
alışkınlık sanırım bu. ‘Yirmibir- Otuz’ yaşandıktan sonra dünyayla ölüm
arasında bir koridor mu var acaba.Yaşayamama koridoru...
"iğrenirim şiirden, kelime oyunlarından
sudan, sabundan, sabah içilen sodalardan
ve bir çağda yaşamaktan.
ve shakespeare'den...
suları, dağları, suları anmamaktan
üşürsün, suçluluktan,
bana aşklı bakışlarla bakmamaktan.
artık ellerimi seviyorum, artık
büyük ışığı.
artık büyük yanılmayı ve çılgınlığı
artık başkaldırmayı ve suçumu
bunalmaktan."
“üşürüz suçluluktan suçluyuz yaşamaktan” ölümün düşünceyi
kaplaması tam olarak.Sahne demiştim ya-sahneyi tıklım tıklım doldurmuş bir ölüm
düşüncesi. Suçluluk giden olmamanın verdiği ‘güvendeyim’ yanılsamasının
uyardığı sevinçten kaynaklanıyor.Yanılsama, çünkü anlık.
benim yetkim ne sanki trenler uzunsa
öyle değil mi bayım?
işte siz de burdasınız ben de burdayım.
değil mi bayım?
bir gün örneğin kendi adıma bir imza
ben yokum.
ben hep verilen bir yetkiyi yaşarım
Burası başka bir şiire sürüklüyor zihnimi. ‘ha biz varız
ha biz maskeli balo’. Ölüm burada yokuğumuzun kesin işareti olarak kalacak.Bir
gün...
"...artık büyük geliyor giysilerim
kardeşim kardeşim kardeşim
utanıyorum artık utanıyorum
bakışım bulmazsa bir bakışı
dağdır. adamın biri vardı. öldü!..
ne olumsuz benim bana benzeyişim.
adamın biri vardı öldü. utanıyorum
birileri daha öldü utanıyorum.
bir pencere kapanır gibi, öyle, her yanım..."
Sahne ışıkları sönmek üzere.Kalmakla gitmek arasında
sandığımız kadar uzun bir mesafe de olmayabilir.
coşkun süreç bütün bağışlamazlığını almış gidiyor.
su hazır.
herkes kendi azlığını almış gidiyor.
o trenler, uzun şeylerin aldandığı,
bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
.................
ah sonsuz düzen
nasıl da varsın...
Sonsuz düzen. Hızını hiç bir savaşın, katliamın,
olmazlığın kesemediği dünya.Belki kesik kesik, bölünmüş, sürekli ölüyor olmanın
kusursuz gerçekliği.
toprak kara ıslaktı. yakardık.
açılan çukuru gördük. derindi.
tabutu tuttuk. tahtaları koydular.
tabutu indirdik. ağladık.
toprağı ellerimizle attık. ağladık.
ölüyü gömdük."
Sahne ışıkları söndü işte.Böyle birşey mi? Yadsınamaz
olan, sahne kurulunca herkese bir rolün düşüyor olması. Kalan bir uğuntuyu
yatıştırmak zorunda, giden hakkında henüz bir bilgimiz yok. Uzun sessizliğini
saymazsak. Biz dünyalıların- ölümü bir ihtimal gibi taşımayı, yaşamayı bir
ihtimal gibi yaşamayı bilmesi yok mu Kunala.Bu hiç hafifsenmemeli.-sese
alışkanlığı. O sesi o toprak nasıl örtecek,yalnız bu. Düşünüyorum, yalnız bu.
Neşet Ertaş’a rahmet diliyorum.
eko