25 Mayıs 2013

MİSAFİR

 
Asaf Halet'in eşi Nermin Hanım'a yazdığı şiirlerden biri Misafir. İnsana bir hengamenin içinden çıkış yolunu hatırlatan. Sözü ağdalandırmadan usulca çarpan, kendinden eklediğin hikayelerle çoğalan, çoğaldıkça bir karmaşanın içine düşürüp tekrar okuma ihtiyacı hissettiren. Kendine tekrar tekrar misafir eden de denebilir. Aylardır elime geçen kağıtlara karalamam, bir dua gibi mırıldanmam bundandır belki. Buraya da mırıldanmış oldum.

Babasının yokluğunu hissettirmemeye çabalayan oğlunu da kaybeden Nermin Hanım'ı düşünüyorum sonra. Çantasında taşıdığı üç fotoğrafla, bir huzurevi odasında. Bir gün uzun uzun konuşmuştuk seninle eko, böylesi bir geride kalışı. Bu şiirle beraber daha da manidar geliyor... Misafir


KUNALA

24 Mayıs 2013

Nilüfer Ya Da Büyük Çaresizliğimizin Şairi


 
O canavarı nasıl sustursaydık da yıkmasaydı duvarlarını, neyle yatıştırsaydık onun heryeri kaplamak istercesine arsız büyüyüşünü. Onu en donanımlı silahlarla vursaydık, en zalim bombalar düşseydi akıl sır ermez pervasızlığına, onu paramparça edebilseydik yine parçalarıyla, tüm parçalanmışlığıyla oymaz mıydı uzuvlarımızı... Ölüsünü bağışlanmaz bir suç ağırlığıyla uzatmaz mıydı aramıza? Ömrümüzün bütün uykularını, ondan bir adım kaçabilmek için uyumuyor muyduk biz? Niye ellerini çekmiyor gırtlağımızdan, madem almayı arzuladığı birşeyler var, niye bir an önce gırtlağımızdaki ellerini birbirine kavuşturmuyor... Ne zaman bir şiirini okusam; Onu, içinde dolanırken düşlediğim salonunda bunları  düşünmüş müydü Necatigil, bilmiyorum. Oldukça sade döşenmiş o salonda  Necatigil arasıra oturduğu dikdörtgen yemek masasından kalkıyor dalgın adımlarla odanın içinde yürüyor, ikindi güneşinin seyrek ışığının girdiği penceresinin perdesini hafifçe aralayıp hergün gidip gelmelerinden çizgiler edinmiş sokağa bakıyor -sanırım bir kaç dalgın adam yürüyor orada, bir kadın telaşla pazardan dönüyor, iki genç kız hayattan habersiz gülüşmeleriyle ilerliyor- Sonra hafifçe başını çevirip sokağın diğer tarafına bakıyor -bir simitçi ya da ona benzer bir işportacı, sinirli bir adam sigarasını yakıyor, sonra az ötede bahçesinin ve çatısının bir kısmı görünen okulun teneffüs zili çalıyor, birden çocuklar bahçeyi dolduruyor, ani bir dalganın yükselişi gibi ya da bardağın bir anda doluvermesi- perdeyi kapatıyor Necatigil. Üzerinde gazetelerin bir kaç kitabın ve bir şeyler karaladığı sayfaların bulunduğu büyükçe masaya geri oturuyor. Gazetenin “kareler ve aklarından” soldan sağa 1O harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK. Sonra bir kaç kelimenin yanyana gelişini izliyor, aslında izlemiyor çünkü Necatigil kelimenin içinden dışarı doğru yürüyen bir şair. Kelimelerin mikrobunu biliyor, barındığı dili iliklerine kadar bilen bir şair, kelimeler oyuyor keskin ve sivri ucuyla kaleminin. Ölümlü gömleğinin cebinde sıkıntıdan bir saat dönüyor.

 

Ben oraya koymuştum, almışlar,

Arasına sıkışık saatlerin.

Çıkarır bakardım kimseler yokken;

Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”*

 

Bir “kendilik” bırakır değil mi insan başkasına dokunurken. Bütün ilişkilerin sarmalında bir ihtimal gibi taşır kendini. Oysa bütün aynalar kendi beklentilerini alır bizden. Şekiller, çizgiler, kalıplar o ihtimali sıkıştırmaya, onun bir ihtimal olarak sessizce varlığını sürdürmesine karşı bütünleşmeye başladıklarında, yıkıldığında olanakların: dil içine doğru oyulmaya, kelimeler metinden düşmeye başlar. Bu belli belirsiz, ama istemlice suya gömülüş anıdır. Necatigil somut mekanların daralmışlığından kelimelerin ayaklarıyla kaçar. Yan yana iki kesik çizgi: orada bir ölü sessizliği gibi belirir şiirde, kimbilir kaç kelime batmıştır aynı yerde. “Sonra giderilir merak bir susuzluk gibi suda/ Düzayaktı galiba üç dört basamak/ Bu gece mi öldü bu- - “ (Kesik) Sanırım kaybetmekle bulmak arası en uzun yoludur şairin; çünkü O, gitmekle kalmak arasına koymuştur “kendini”.  Arasa da bulamaz işte, çoktan birilerinin birşeyi olmuştur. Görünmez bağlarla hayat onu şiirden dünyaya doğru asılır. Hep kendine doğru kaçmanın yollarını arar Necatigil.  Kendiliğini gerçekleştirebileceği tek olanak, tek ev şiiridir. Adımları mekansal bir eve doğru değil nefes aldığı yere şiirine doğrudur. Orada bile “bir başkası” tehdit olarak belirdiğinde kelimelerini  çeker, metnin içine kaçırır. Bu anlamıyla diyaloğa, görünürlüğe bir karşı koyuştur Onun şiiri. Kelimeyi kaleminin ucuyla didikler, karıştırır. Öyle ki kelimede de bir yabancılık payı bırakarak ondan da öcünü alır. Dünyayı nefes alabileceği bir zemin olarak görmez Necatigil. Onca yerleşmişliğine, düzenli yaşantısına çelişik bir “kendilik” duygusu , Adorno’nun “artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı” deyişini doğrularcasına tek  varolma olanağını şiirde bulmuştur. Dünyanın eşiğinde çelişkiden bir ev.

 
“Kışken ilkyaz, sularımda açardı;

Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?

Eski defterlerde sararırmış yaprak.

Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.”*

 
Kaybettiğinde anlıyor insan yokluğa dokunmanın çaresizliğini. Yakınlığından çekilen herşeyin dışarda bırakılmışlık duygusunu beraberinde getirdiğini yaşadıkça öğreniyor .Var saydığımız bir şeyin, bizim dünyamızdan , isteğimiz dışında ayrılması değil mi kaybetmek? Bir anlamı kaybetmek nasıl bir çıkmaz oluşturur insanda? Anlam; bir derinliği, genişliği, kocaman bir içi alıp gider kaybolurken. Kaybedilen anlam benin göstergesiyse orada kaybolan hepten “ben” değil midir? Ben göstergesini, imgesini kaybettiğinde- ama bunu bana doğru yaptığında, kendiliğine doğru yaptığında-  yani ben kendimi göremediğimde olanağımı yitirmiş sayılmaz mıyım –metinden düşüp giden bir kelime gibi. Koyduğumuz yerde bulamadığımız o şey benin göstergesi olabilecek bir anlam genişliğine sahipse: göz  karanlıktan başka birşey görür mü artık. Kaybetmek hizayı bozan bir şeydir  çizgilerden taşırır insanı.Yoksa niye kırsın ki bir şair dizelerini, niye kelimelere anlamdan daireler çizsin, dizenin ortasından, sonundan bir alta, bir üste niye kaydırsın onları. Anlamları iki yöne eğerek kelimeleri  duyma  sınırından niye taşırsın.

 
“Bir ışıktı yanardı gecelerde;

Akşam, çiçekler uykuya yattı,

Sardı karşı kıyıları karanlık-

Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.”*

 

Necatigil ışığının kaybolmasıyla tüm anlamlara söndürüyor  sigarasını. Bir nilüferin suyun üzerinde kımıltısız güzelliği, koyduğumuz  yerde bulamadığımız anlam, bulunduğumuz sahnede -dünya denebilir- ansızın kapatılmış ışıklar, işte o karanlığın bomboş içi. Tekrar masadan kalkıyor Necatigil, geniş odasında daireler çizerek yürüyor, pencereye doğru yöneliyor ama bu kez perdeyi açacak takati yok, hayır perdeyi açmıyor bu kez. Biliyor, artık gece ve dışarısı koyu kocaman  karanlık. Masasına dönüp “kareler ve aklar”dan yukarıdan aşağı 10 harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK.  Hemen gazatenin boş bir yerine Köprüler ki gösterir tutulan güneşleri/ Bir süre ve yarım kalıyorsa/Bulutlar da geçerler/ Gitmiş kadar olmak insanın gideceği” karalayıp odadan hızla çıkıp gidiyor.

Evlerin şairi mi diyelim ona, değil. İnsanın ne kadar gitse de sonunda inandığı sınırlara gömüleceğini  bilen şairdir Behçet Necatigil,  bizim büyük çaresizliğimizin şairidir
 
 
 
*Behçet Necatigil'in Nilüfer şiiri ve görsel Necatgil'in evler şiiri kendi sesinden.
 
 
eko(emine kocabaş)

 

16 Mayıs 2013

Gökyüzü Biraz Fazla


Umut inanılacak kadar yakın görünmediğinde, damarlarımızda bir kahraman yürümeye başlar. Kan harita boylarını aştığında, belli belirsiz toprağa batırıldığında insanların; konuşmak kekeme bir dilin sürçmesine benzer. Hepimiz aynı göğün altında, hepimizin içinde bir muzaffer çünkü kahramanlar tek şarkıda ölmezler....




GÖKYÜZÜ BİRAZ FAZLA


Muzaffer, ışığı aç da bakalım
İkimizin kanı aynı renk mi akıyor


Umut yerli bir kuştur, en çok ardıç ağacında
Hiç olmak ne güzelmiş yüzünün yarısında
Yarısı dönmemeye çok haklı
yeryüzü halkları gibi hızlı hızlı
çünkü Muzaffer
eski yazı biçimi bir yeraltı suyu.Uzak
bir betimleme olarak kalmasın diye
yalnızken yağmamış yağmur bir adı
Devlet okulları en çok neyi öğretir
Tahtaya yazılmaz bazı gerçekler en toplumsal gerçekçi
hiç korkmama biçimi Muzaffer
kimi gün biraz daha dağlar aşırı 
kimse kimsenin kanıyla ölmesin diye, kırmızı
bir gülün nefesini taşır aklında
halkı için ölü taklidi yapan bir çocuktur Muzaffer
Komutanım, hiyerarşik davullara ölümcül vurur 
Cuma günleri aşırı kumral.söylesene Muzaffer 
İnsan en çok neresinden ölür.

Kusur değil yüzünün yarısını yoksullara bağışla
Kusur degil söze girmesin hiç diger yarısı
Yeraltı sularının da kalbi var
Umut yersiz bir kuştur dünya haritasında
Anla Muzaffer gökyüzü 
biraz fazla.

Kimse için bir panzer çizmemiş olsam
Bir kurşun kimse için
Anlaşılmamaktan kalkan cenaze- o kimse
Olmamış olsam neden
İç kanamadan kaybediyorsun hayat
kaç milyon çiçeği birden. Herkesin uyuduğu geceler
-lirik bir uyanma biçimi Muzaffer
O olmayan sabahını düşündüm, 
-ışığı açma kalsın Muzaffer-

Nasıl olsa çekilir kan ağzındaki yaradan
bir coğrafya yapılır sanma ki ışıktan
-tesbih böcekleri duayla yol alır-
karanlığın tam ortasından
bakarsın bir gül filan açılır


eko(emine kocabaş)

09 Mayıs 2013

Bir Doğum Günü İçin







YAKIN ÇEKİM
                                 
                                    Zenci bir perde, açılması gerektir


mühim değil beyaz değil hiç değil


okunmasın diye yazılmıştır dünyada


Şiirler bir çeşit plastik perdedir.....


İlk adım- sinopsis
Buca’da bir labirent,bir adam bir kadın, kaçan iki fare
değmeyen kuyrukları arasında görünen-
gök skaler bir genişlik, veri tabanları sessiz.
kadın adama -biraz oksijen dök yaralarıma
atmosfer kalınlığı bir pencere, aç
marsta kahvaltı olasılığı gibi bir tat-
adam kadına -adım ağzında.

Ağzımda adın, kopma grafisi yetersiz,
damarlarımda
aşktomogrofik bir feza demiyorum, ez kaza
biraz bilim biraz kurgu toplamıştın dağıttığım zerreleri
patlamamış atomları yerlerine dört defa -ölmediysem aksak bir metafor
-doktor Who bulabilir belki kemiklerim paralel evrende
kendine batmış bir eksen bile olabilir
Ya da vektörel bir kırılma,dokunduğun yerde
-bakır rengi bir fay -kısa devre yapabilir
Çöker iğreti şekillerim-zaten zaman çökeltidir.

kaburgalarım o aksak tuşlar,yeryüzün senin,
Kayıtları eksik bir pandomim, ayaklar
çamurlu değil- ikinci perde sesin
Nikotin şiddetle terkedilir,yürüyebilirsin
(ölümlü bir kadın içi)-tam olarak kaç metrekare, ait olmak
fon olarak dünya, müthiş bir sahtelik.
söylemişti kulağına Andy Warhol, aşkkk;
hatırla bebeğim, çoookkk vaaarrr
nadirattan değil pop-art ve spesifik.

Sondan başladım- en mahrem yerinde anlatmaya
Vilnius Kleipada yolu, saatte 250km
Kimi yağmurlarla ıslanmıyor insan
anlıyor dipsu balıklarının çamurlu tadını
ölüm var bir çeşit ağır metal.
omurgalarını taşıyor geyik çıkabilir
Levhasında vurulmuş
Lanet olası bir kurşun herkesin gögüskafesinde
uğunmuş
çarpa çarpa bir kalp, taşıyor olmak dünyada.
Bir çeşit anafor.-kanın çağıltısı duyulmuyor-


Haklısın yersiz bu sahne, bir doğum günü için
Uygunsuz gelebilir-bir buluş yapmalıydım,
Dünyaya doğru bir bahane.
Bir buzul eritebilmeliydim,ateşiyle
ya da nihilist bir çekiçle yıkmalıydım vitrinleri,portföyleri
-buzlu bir kıyım- borsada handiyse
Sana aşk diyebilmeliydim- iki çocuk büyüklüğünde
sana basit iki kelime. divani mektuplar da yazılabilir
aşktan okunaklı ve anlaşılır- sana epik
mazeretler bulunabilir osmanlı bir türkçeyle
yiğidin hakkı çünkü yiğitçe
bütün uzaklıkları denedim –failü
Hesaplanmamış milatları bile yitirilmiş açıları kayıp çağları- mefâilü
Ve birimleri,gazları milim sapmaz aynalardan -failün
Sakındığım yüzümü yüzünde buluyorsam- bu kaçıncı
Failâtün failâtün failün...
seeviyorsun seeviyorsun yetmiyor:

ağzından bir sözcük. İntihar bile değil ,ağzımda:
mastarlı bir kök ,sevmek
Kuzeyde bir orman senle,ayakları buzkesmiş
Henüz denenmiş darjeeling, tütsülenmiş somon,iki düğme eksik
yukardan aşağı bir nehir adı, bir getto karanlık
-şeylerin içini senle keşfetmek-
sular çağıldar toz duman sessizlik
ağır bir işkence gömleği, çıkar şimdi
ona bir anı kat, bir yitik parça ona bir renk.
Salkımların şişedeki tadını-çünkü sersemletip dönmek istiyorum
Dünyanın saatteki hızını.-nerden baksak-

İki noktanın bir birine yakınlığı, nerden baksak
Uzaya asılmış bir ihtimal olarak
: iki kalbin birbirine atması aynı dakka aynı 
 anda: minimal bir uzaklık

bir kadın sen dolu içi çın çın çın
çınlıyor olmak,nerden baksak adam
sinopsis bir anlatım,  diyorum ne zor
erkekçe doğmak bu çağları -iyi ki doğdun
kalbi kalbe teri tere katana şükürler olsun 
ayrıcalık gibi duruşuna dünyada ,
tüm çiçekleri kaldırıyorum....


















eko(emine kocabaş)

04 Mayıs 2013

Pessoa Şiirini Çekiyordu Tabiat



Sevilmek gerçekten sevilmek nasıl bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir yorgunluktur!” F.Pessoa      

 
Boşluğu topladı da melekler sen olan bir yöne doğru fırlattı- hiç bir şey söylemiyorum. İşte yol- yavaşça açılan bir makara gibi- önünde. Hangi yöne- yönsüzlüğün içinde dağılıyor renklerin bir ebru teknesinde. Kural belli, güçlü olan güçsüzü görüntünün dışına itecek. Renklerin düellosunu izliyorsun, kaçışmalarını. Çığlığı suyla bastırılmış bir savaş, hiç de romantik değil, değil mi? Ama bir baleye de benziyor- suyun üzerindeki dans ölümcül. Eğiliyor, yayılıyor, dönüyor- boğulmaktan kurtarırsa kendini bir biçim kazanacak, göreceğiz onu. O biçimin kendini çağırırken kıvranışını izliyorsun ya, yol seni çağırırken ilk adımı atmakla atmamak arası öyle birşey. Gitmekle kalmak demiyorum, önce gözünü kısmadan yola bakabilmek. Tüm somutluğuyla onu bir kez düşünebilmek. Aşk gibi- onu, bir kez, tam olarak, kesintisiz bir an düşünebilmek. O anın büyüyüp gözbebeğini doldurmasına, sonsuz çarpması deniyor, kestirmeden gidince herkesin evinin önünde bir bahar nasıl olsa. İşte yol; hayatta çarpanları bulma işi- hem de çarpışma anında. Pessoa niye “yola çıkmak! yitirmek ülkeleri” diyor ki...
 
Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!”*

Yol fikri kendi sarmalından çözülmeye başlayınca ” ilk adım atılabilir” doyma noktasına ulaştığında zihnin, 'bir barbar kendini tartmalı' ya Turgut Uyar’a kalsa. Sen, kendini kaldırıp türlü ihtimallerde deniyorsun, yürünebilirmiş gibi onca ağırlıkla. Önce tasmaları, urganları, muskaları at. Yerçekiminden de güçlü ayakbağlarını- çöz eşyalardan. Çıkar kelimelerindeki platinleri, derindeki kromu, hafızanda pütürlü metal kıymıklarını, hiç yaşamamış cesetleri, yarısı donmuş yarısı beton suretleri. Hiç gelmeyecek yarın düşlerini, ölümsüzlük bahanelerini, bunları yak iyisi mi. Sen bilirsin yine de, yola çıkmak: “bir başkası olmak süresiz”
Emanet parmaklarla bir yokluğa dokunmak, sürekli değişen parmaklarla. Başka gözlerle, ama daima değişen gözlerle; orada değilsine bakmak. Ben uzaklaşıyorum kendimden, içimde bölünerek. Görmek için tam olarak neyin bölündüğünü kendimde. Şuurda yarılarak ilerleyen bir ok ya da deride. Dokun, ürper. Neyin geçtiğini, böldüğünü, toprağın ya da asfaltın ortasındaki bu yarılmanın sebebini: yalnızca görmek için yaşamak. Yol bir bellek düşümü olarak yansıdığında gögüne, her ağaç; toprağın uzun aklından çekebilir kökünü... Kök- nasıl zehirli, ağır bir yara izi. Kök sökülünce, nasıl ağrır ilk ayak hamlesi, ağrısına basarak güçlenir ayak sesleri, tam orası dediğin, ağrının fışkırma noktasına,göbeğine. Kökü elinde bir insan, uzay boşluğunda bir ünlem, yeryüzünde bir kaybolma tuşu: bas istersen.

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!”*

Vilnius’ta ormanlar nefes aldıkça genişliyor gibidir. Bir kabarcığın tutup sizi sarmasını bekler gibi- o kabarcığı yapan yatay gövdeye ulaşmıştım işte. Yere ve göğe paralel uzanan bir kök beş gövde olarak. Önce Hayriye Ünal şiirinin kendi içinde çoğalan seslerine benzettim. Uzaktan. Yaklaştıkça, ondaki bölünmenin kendini gösteren gövdeler halinde, bir elin parmakları gibi, hepsinde başka yaşantıların sürdüğü izlenimi uyandırarak başka ben duygularının, bir başkası olmak süresiz deneyiminin somutluğuyla gözgöze geldiğimi duyurunca, bu Pessoa dedim, Portekizli “çok” şair Fernando Pessoa.  Bir Pessoa şiirinin- tabiat tarafından çekimi. Hayat bir şiiri çekimliyorsa, merkezinden bir şairi tedirgince geçirir. Onun yürüyüşünün izleği de bize bir an dökümü olarak kalır. İşte orada, kendini tabiatın arasına yatay olarak uzatmış bu beş gövdenin- Pessoa’nın ayak seslerinden yapılmış bir ağaç olduğundan emindim. Bu beşlik, kökünü çekememiş, her biri başka yöne uzamış parçalarından geriye doğru bakıp kendini çağıran ironik zerrelerden oluşuyordu, bir o kadar da trajik. Farklı yönlere doğru kökünden kopamamış her Pessoa girişimi yarı yaşanmamışlık olarak köke, son bir bakış fırlatıyordu: ben, tam olarak bu uzaklığın neresindeyim. Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Alvaro de Campos, vs.Durmadan gitmek, sonu olmayan/ Bir yokluğun peşinde” İşte yeri tespit edilemeyen “başkası” kendinin kaybolmaktan yapıldığını duyduğunda “kendi olmak” sürekli peşinden koştuğu bir boşluktur artık. İçi dolu bir boşluk.
 
1912 yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. (Alvaro de Campos'un biçeminden değişik) ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı (böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis doğmuştu.) Bir buçuk iki yıl sonra, SaCarneiro'ya bir oyun oynamak geçti içimden. Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu SaCarneiro'ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Birkaç gün bu işle uğraştımsa da, bir yere varamadım. Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün, 8 Mart 1914 günüydü bu, çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünde bir tomar kâğıt alıp (her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda otuz kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer günüydü bu ve bir daha böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık koydum yazdıklarıma: 'Sürülerin Çobanı'. Bunun ardından hemen Alberto Caeiro adını verdiğim biri belirdi içimde. Deyimin saçmalığını bağışla ama, böylece içimden ustam ortaya çıkmış oldu. 

İlk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri tamamladıktan sonra da, başka bir kâğıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa imzasıyla 'Eğik Yağmur'u yazdım. (...) Alberto Caeiro ortaya çıkınca, doğal ve içgüdüsel olarak ona birtakım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis'i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi adını ve kişiliğini kazandırdım, çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda onu görebiliyordum. Ve birden Reis'e karşı bir kaynaktan bir başka kişi korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos'un 'Zafer Şarkısı' önümdeydi..."*

 Durmadan kendine çarparak mesafe duygusunu yitiren bilinç “bir şeyleri kaybetmiş gibi” hisseder kendini. “Kendim” sanarak elinde tuttuğunun, “başkası olmak süresiz” olduğunu farkettiğinde kaybolan şeyin kendilik olduğunu da, yolda öğrenecektir. Aidiyetini, taşınamaz varlığını, kendi oluşu içinde dahi uzağına bırakarak, yola çıkabilme gücünde olduğunu ispatlayacak, yüklerini yıkmış biri olarak yol bilgisiyle her yönden kendini çağıracak. Tek yön yürünebilir olduğunda kaybolmayacağımız matarasında tuzlu suyla yola çıkmış şair tarafından söylenmiş olsa da, bir kökü farklı yönlere doğru gövdelerle yürüten Pessoa da olanaksızın, kaybolma riskinin, kendini çağırma yarasının tecrübesini sunar. Kaybolmanın bütün olanakları denendiğinde, bir başkası olarak kendiyle yüz yüze geldiğinde insan köküne hiç acı duymadan dokunabilecek midir. Bir yöne doğru herşeyiyle kendi olarak yürüyebilecek midir, hiç yarılma izi olmadan, sesi çatlamadan, nefesi tükenmeden...

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.”*

Yolu bir kez gözünü kısmadan, upuzun somutluğuyla düşünebilmek. Bu düşünceyi,”kendim” dediğimiz som bütünlüğü dağıtmadan kalbine çakabilmek: işte buna inanmak deniyor. İnanınca yol çağırmıyor sizi mesafeyi çağıran siz oluyorsunuz. Uzaklığın hükmü kalkıyor, “gidilecek yer ne kadar uzak olabilir “diyorsunuz.
Pessoa şiirini, tabiat çekiyordu dedim ya, ben tam beş gövdeye ayrıldığı noktaya oturdum; hangi yönden çağırsam gelebilirdin, hangi parçadan, hangi yarımlıktan, hangi yokluktan... Ama bilirsiniz işte şiir yürüyeceği uzaklığı bulduğunda asla geri dönmeyecek bir yürüyüşün adıdır yeryüzünde- onu sadece izlersiniz, ayak seslerini duymaya çalışırsınız, kaybolurken bir ebru teknesinde renklerin geri alınmaz sökülüşü gibi hiç dokunamazsınız, dokunulmaz çünkü onun kendi dengesine dağılışına. Renklerin gücü dengelendiğinde- her renk eşit bir güçle dolduğunda: ebru kendi yokluğunu tamamlayıp şeklini çağırmıştır işte. Suyun içinden incecik kıvrımlarla. Sende kendini kaybolduğun yollardan çağırırsın.
 
"Kendimi bulursam kaybediyorum, inanırsam şüphe ediyorum, eğer zaten elde etmişsem sahip olmuyorum. Gezinir gibi uyuyorum, ama uyanığım. Uyurmuş gibi uyanıyorum ve kendime ait değilim. Hayat nihayetinde upuzun bir uykusuzluktur, düşündüğümüz ve yaptığımız her şey, onu bölen, ayıltıcı sıçramalardır..."*

Hani o ağaç, köklerini toplayıp gitmek isterse toprağın uzun aklında, kimbilir içinden neler geçer. Sen bilirsin Tanrım, kalkıp giderse birden, yırtılır mı yeryüzü tutturduğun yerden. “gerisi sadece gök ve toprak”
 

"Ömrüm boyunca hayatımı ezen koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini farkediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kezde kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor..”*



*F. Pessoa’nın yokluk biçimlerinden toplanmış parçalar ve “Yola Çıkmak! Yitirmek Ülkeleri” isimli şiiri, El yazısı, “Sürülerin Çobanı” şiirinden

Emine KOCABAŞ (eko)