O canavarı nasıl sustursaydık da yıkmasaydı duvarlarını,
neyle yatıştırsaydık onun heryeri kaplamak istercesine arsız büyüyüşünü. Onu en
donanımlı silahlarla vursaydık, en zalim bombalar düşseydi akıl sır ermez
pervasızlığına, onu paramparça edebilseydik yine parçalarıyla, tüm
parçalanmışlığıyla oymaz mıydı uzuvlarımızı... Ölüsünü bağışlanmaz bir suç
ağırlığıyla uzatmaz mıydı aramıza? Ömrümüzün bütün uykularını, ondan bir adım
kaçabilmek için uyumuyor muyduk biz? Niye ellerini çekmiyor gırtlağımızdan,
madem almayı arzuladığı birşeyler var, niye bir an önce gırtlağımızdaki ellerini
birbirine kavuşturmuyor... Ne zaman bir şiirini okusam; Onu, içinde dolanırken
düşlediğim salonunda bunları düşünmüş
müydü Necatigil, bilmiyorum. Oldukça sade döşenmiş o salonda Necatigil arasıra oturduğu dikdörtgen yemek
masasından kalkıyor dalgın adımlarla odanın içinde yürüyor, ikindi güneşinin
seyrek ışığının girdiği penceresinin perdesini hafifçe aralayıp hergün gidip
gelmelerinden çizgiler edinmiş sokağa bakıyor -sanırım bir kaç dalgın adam
yürüyor orada, bir kadın telaşla pazardan dönüyor, iki genç kız hayattan
habersiz gülüşmeleriyle ilerliyor- Sonra hafifçe başını çevirip sokağın diğer
tarafına bakıyor -bir simitçi ya da ona benzer bir işportacı, sinirli bir adam
sigarasını yakıyor, sonra az ötede bahçesinin ve çatısının bir kısmı görünen
okulun teneffüs zili çalıyor, birden çocuklar bahçeyi dolduruyor, ani bir
dalganın yükselişi gibi ya da bardağın bir anda doluvermesi- perdeyi kapatıyor
Necatigil. Üzerinde gazetelerin bir kaç kitabın ve bir şeyler karaladığı
sayfaların bulunduğu büyükçe masaya geri oturuyor. Gazetenin “kareler ve
aklarından” soldan sağa 1O harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK. Sonra bir
kaç kelimenin yanyana gelişini izliyor, aslında izlemiyor çünkü Necatigil
kelimenin içinden dışarı doğru yürüyen bir şair. Kelimelerin mikrobunu biliyor,
barındığı dili iliklerine kadar bilen bir şair, kelimeler oyuyor keskin ve
sivri ucuyla kaleminin. Ölümlü gömleğinin cebinde sıkıntıdan bir saat dönüyor.
“Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”*
Bir “kendilik” bırakır değil mi insan başkasına
dokunurken. Bütün ilişkilerin sarmalında bir ihtimal gibi taşır kendini. Oysa
bütün aynalar kendi beklentilerini alır bizden. Şekiller, çizgiler, kalıplar o
ihtimali sıkıştırmaya, onun bir ihtimal olarak sessizce varlığını sürdürmesine
karşı bütünleşmeye başladıklarında, yıkıldığında olanakların: dil içine doğru
oyulmaya, kelimeler metinden düşmeye başlar. Bu belli belirsiz, ama istemlice
suya gömülüş anıdır. Necatigil somut mekanların daralmışlığından kelimelerin
ayaklarıyla kaçar. Yan yana iki kesik çizgi: orada bir ölü sessizliği gibi
belirir şiirde, kimbilir kaç kelime batmıştır aynı yerde. “Sonra giderilir
merak bir susuzluk gibi suda/ Düzayaktı galiba üç dört basamak/ Bu gece mi öldü
bu- - “ (Kesik) Sanırım kaybetmekle bulmak arası en uzun yoludur şairin; çünkü
O, gitmekle kalmak arasına koymuştur “kendini”.
Arasa da bulamaz işte, çoktan birilerinin birşeyi olmuştur. Görünmez
bağlarla hayat onu şiirden dünyaya doğru asılır. Hep kendine doğru kaçmanın
yollarını arar Necatigil. Kendiliğini
gerçekleştirebileceği tek olanak, tek ev şiiridir. Adımları mekansal bir eve
doğru değil nefes aldığı yere şiirine doğrudur. Orada bile “bir başkası” tehdit
olarak belirdiğinde kelimelerini çeker,
metnin içine kaçırır. Bu anlamıyla diyaloğa, görünürlüğe bir karşı koyuştur Onun
şiiri. Kelimeyi kaleminin ucuyla didikler, karıştırır. Öyle ki kelimede de bir yabancılık
payı bırakarak ondan da öcünü alır. Dünyayı nefes alabileceği bir zemin olarak
görmez Necatigil. Onca yerleşmişliğine, düzenli yaşantısına çelişik bir “kendilik”
duygusu , Adorno’nun “artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur
yazı” deyişini doğrularcasına tek
varolma olanağını şiirde bulmuştur. Dünyanın eşiğinde çelişkiden bir ev.
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.”*
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık-
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.”*
Necatigil ışığının kaybolmasıyla tüm anlamlara
söndürüyor sigarasını. Bir nilüferin
suyun üzerinde kımıltısız güzelliği, koyduğumuz
yerde bulamadığımız anlam, bulunduğumuz sahnede -dünya denebilir- ansızın
kapatılmış ışıklar, işte o karanlığın bomboş içi. Tekrar masadan kalkıyor Necatigil,
geniş odasında daireler çizerek yürüyor, pencereye doğru yöneliyor ama bu kez
perdeyi açacak takati yok, hayır perdeyi açmıyor bu kez. Biliyor, artık gece ve
dışarısı koyu kocaman karanlık. Masasına
dönüp “kareler ve aklar”dan yukarıdan aşağı 10 harflik boşluğu dolduruyor:
ÇARESİZLİK. Hemen gazatenin boş bir
yerine “Köprüler ki gösterir tutulan güneşleri/ Bir süre ve yarım
kalıyorsa/Bulutlar da geçerler/ Gitmiş kadar olmak insanın gideceği” karalayıp
odadan hızla çıkıp gidiyor.
Evlerin şairi mi diyelim ona, değil. İnsanın ne kadar
gitse de sonunda inandığı sınırlara gömüleceğini bilen şairdir Behçet Necatigil, bizim büyük çaresizliğimizin şairidir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder