24 Mayıs 2013

Nilüfer Ya Da Büyük Çaresizliğimizin Şairi


 
O canavarı nasıl sustursaydık da yıkmasaydı duvarlarını, neyle yatıştırsaydık onun heryeri kaplamak istercesine arsız büyüyüşünü. Onu en donanımlı silahlarla vursaydık, en zalim bombalar düşseydi akıl sır ermez pervasızlığına, onu paramparça edebilseydik yine parçalarıyla, tüm parçalanmışlığıyla oymaz mıydı uzuvlarımızı... Ölüsünü bağışlanmaz bir suç ağırlığıyla uzatmaz mıydı aramıza? Ömrümüzün bütün uykularını, ondan bir adım kaçabilmek için uyumuyor muyduk biz? Niye ellerini çekmiyor gırtlağımızdan, madem almayı arzuladığı birşeyler var, niye bir an önce gırtlağımızdaki ellerini birbirine kavuşturmuyor... Ne zaman bir şiirini okusam; Onu, içinde dolanırken düşlediğim salonunda bunları  düşünmüş müydü Necatigil, bilmiyorum. Oldukça sade döşenmiş o salonda  Necatigil arasıra oturduğu dikdörtgen yemek masasından kalkıyor dalgın adımlarla odanın içinde yürüyor, ikindi güneşinin seyrek ışığının girdiği penceresinin perdesini hafifçe aralayıp hergün gidip gelmelerinden çizgiler edinmiş sokağa bakıyor -sanırım bir kaç dalgın adam yürüyor orada, bir kadın telaşla pazardan dönüyor, iki genç kız hayattan habersiz gülüşmeleriyle ilerliyor- Sonra hafifçe başını çevirip sokağın diğer tarafına bakıyor -bir simitçi ya da ona benzer bir işportacı, sinirli bir adam sigarasını yakıyor, sonra az ötede bahçesinin ve çatısının bir kısmı görünen okulun teneffüs zili çalıyor, birden çocuklar bahçeyi dolduruyor, ani bir dalganın yükselişi gibi ya da bardağın bir anda doluvermesi- perdeyi kapatıyor Necatigil. Üzerinde gazetelerin bir kaç kitabın ve bir şeyler karaladığı sayfaların bulunduğu büyükçe masaya geri oturuyor. Gazetenin “kareler ve aklarından” soldan sağa 1O harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK. Sonra bir kaç kelimenin yanyana gelişini izliyor, aslında izlemiyor çünkü Necatigil kelimenin içinden dışarı doğru yürüyen bir şair. Kelimelerin mikrobunu biliyor, barındığı dili iliklerine kadar bilen bir şair, kelimeler oyuyor keskin ve sivri ucuyla kaleminin. Ölümlü gömleğinin cebinde sıkıntıdan bir saat dönüyor.

 

Ben oraya koymuştum, almışlar,

Arasına sıkışık saatlerin.

Çıkarır bakardım kimseler yokken;

Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”*

 

Bir “kendilik” bırakır değil mi insan başkasına dokunurken. Bütün ilişkilerin sarmalında bir ihtimal gibi taşır kendini. Oysa bütün aynalar kendi beklentilerini alır bizden. Şekiller, çizgiler, kalıplar o ihtimali sıkıştırmaya, onun bir ihtimal olarak sessizce varlığını sürdürmesine karşı bütünleşmeye başladıklarında, yıkıldığında olanakların: dil içine doğru oyulmaya, kelimeler metinden düşmeye başlar. Bu belli belirsiz, ama istemlice suya gömülüş anıdır. Necatigil somut mekanların daralmışlığından kelimelerin ayaklarıyla kaçar. Yan yana iki kesik çizgi: orada bir ölü sessizliği gibi belirir şiirde, kimbilir kaç kelime batmıştır aynı yerde. “Sonra giderilir merak bir susuzluk gibi suda/ Düzayaktı galiba üç dört basamak/ Bu gece mi öldü bu- - “ (Kesik) Sanırım kaybetmekle bulmak arası en uzun yoludur şairin; çünkü O, gitmekle kalmak arasına koymuştur “kendini”.  Arasa da bulamaz işte, çoktan birilerinin birşeyi olmuştur. Görünmez bağlarla hayat onu şiirden dünyaya doğru asılır. Hep kendine doğru kaçmanın yollarını arar Necatigil.  Kendiliğini gerçekleştirebileceği tek olanak, tek ev şiiridir. Adımları mekansal bir eve doğru değil nefes aldığı yere şiirine doğrudur. Orada bile “bir başkası” tehdit olarak belirdiğinde kelimelerini  çeker, metnin içine kaçırır. Bu anlamıyla diyaloğa, görünürlüğe bir karşı koyuştur Onun şiiri. Kelimeyi kaleminin ucuyla didikler, karıştırır. Öyle ki kelimede de bir yabancılık payı bırakarak ondan da öcünü alır. Dünyayı nefes alabileceği bir zemin olarak görmez Necatigil. Onca yerleşmişliğine, düzenli yaşantısına çelişik bir “kendilik” duygusu , Adorno’nun “artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı” deyişini doğrularcasına tek  varolma olanağını şiirde bulmuştur. Dünyanın eşiğinde çelişkiden bir ev.

 
“Kışken ilkyaz, sularımda açardı;

Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?

Eski defterlerde sararırmış yaprak.

Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.”*

 
Kaybettiğinde anlıyor insan yokluğa dokunmanın çaresizliğini. Yakınlığından çekilen herşeyin dışarda bırakılmışlık duygusunu beraberinde getirdiğini yaşadıkça öğreniyor .Var saydığımız bir şeyin, bizim dünyamızdan , isteğimiz dışında ayrılması değil mi kaybetmek? Bir anlamı kaybetmek nasıl bir çıkmaz oluşturur insanda? Anlam; bir derinliği, genişliği, kocaman bir içi alıp gider kaybolurken. Kaybedilen anlam benin göstergesiyse orada kaybolan hepten “ben” değil midir? Ben göstergesini, imgesini kaybettiğinde- ama bunu bana doğru yaptığında, kendiliğine doğru yaptığında-  yani ben kendimi göremediğimde olanağımı yitirmiş sayılmaz mıyım –metinden düşüp giden bir kelime gibi. Koyduğumuz yerde bulamadığımız o şey benin göstergesi olabilecek bir anlam genişliğine sahipse: göz  karanlıktan başka birşey görür mü artık. Kaybetmek hizayı bozan bir şeydir  çizgilerden taşırır insanı.Yoksa niye kırsın ki bir şair dizelerini, niye kelimelere anlamdan daireler çizsin, dizenin ortasından, sonundan bir alta, bir üste niye kaydırsın onları. Anlamları iki yöne eğerek kelimeleri  duyma  sınırından niye taşırsın.

 
“Bir ışıktı yanardı gecelerde;

Akşam, çiçekler uykuya yattı,

Sardı karşı kıyıları karanlık-

Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.”*

 

Necatigil ışığının kaybolmasıyla tüm anlamlara söndürüyor  sigarasını. Bir nilüferin suyun üzerinde kımıltısız güzelliği, koyduğumuz  yerde bulamadığımız anlam, bulunduğumuz sahnede -dünya denebilir- ansızın kapatılmış ışıklar, işte o karanlığın bomboş içi. Tekrar masadan kalkıyor Necatigil, geniş odasında daireler çizerek yürüyor, pencereye doğru yöneliyor ama bu kez perdeyi açacak takati yok, hayır perdeyi açmıyor bu kez. Biliyor, artık gece ve dışarısı koyu kocaman  karanlık. Masasına dönüp “kareler ve aklar”dan yukarıdan aşağı 10 harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK.  Hemen gazatenin boş bir yerine Köprüler ki gösterir tutulan güneşleri/ Bir süre ve yarım kalıyorsa/Bulutlar da geçerler/ Gitmiş kadar olmak insanın gideceği” karalayıp odadan hızla çıkıp gidiyor.

Evlerin şairi mi diyelim ona, değil. İnsanın ne kadar gitse de sonunda inandığı sınırlara gömüleceğini  bilen şairdir Behçet Necatigil,  bizim büyük çaresizliğimizin şairidir
 
 
 
*Behçet Necatigil'in Nilüfer şiiri ve görsel Necatgil'in evler şiiri kendi sesinden.
 
 
eko(emine kocabaş)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder