Sevilmek gerçekten sevilmek nasıl
bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir
yorgunluktur!” F.Pessoa
Boşluğu topladı da melekler sen olan bir yöne doğru
fırlattı- hiç bir şey söylemiyorum. İşte yol- yavaşça açılan bir makara gibi-
önünde. Hangi yöne- yönsüzlüğün içinde dağılıyor renklerin bir ebru teknesinde.
Kural belli, güçlü olan güçsüzü görüntünün dışına itecek. Renklerin düellosunu
izliyorsun, kaçışmalarını. Çığlığı suyla bastırılmış bir savaş, hiç de romantik
değil, değil mi? Ama bir baleye de benziyor- suyun üzerindeki dans ölümcül. Eğiliyor,
yayılıyor, dönüyor- boğulmaktan kurtarırsa kendini bir biçim kazanacak,
göreceğiz onu. O biçimin kendini çağırırken kıvranışını izliyorsun ya, yol seni
çağırırken ilk adımı atmakla atmamak arası öyle birşey. Gitmekle kalmak
demiyorum, önce gözünü kısmadan yola bakabilmek. Tüm somutluğuyla onu bir kez
düşünebilmek. Aşk gibi- onu, bir kez, tam olarak, kesintisiz bir an
düşünebilmek. O anın büyüyüp gözbebeğini doldurmasına, sonsuz çarpması deniyor,
kestirmeden gidince herkesin evinin önünde bir bahar nasıl olsa. İşte yol;
hayatta çarpanları bulma işi- hem de çarpışma anında. Pessoa niye “yola çıkmak!
yitirmek ülkeleri” diyor ki...
“Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!”*
Yol fikri kendi sarmalından çözülmeye başlayınca ”
ilk adım atılabilir” doyma noktasına ulaştığında zihnin, 'bir barbar kendini
tartmalı' ya Turgut Uyar’a kalsa. Sen, kendini kaldırıp türlü ihtimallerde
deniyorsun, yürünebilirmiş gibi onca ağırlıkla. Önce tasmaları, urganları,
muskaları at. Yerçekiminden de güçlü ayakbağlarını- çöz eşyalardan. Çıkar
kelimelerindeki platinleri, derindeki kromu, hafızanda pütürlü metal
kıymıklarını, hiç yaşamamış cesetleri, yarısı donmuş yarısı beton suretleri.
Hiç gelmeyecek yarın düşlerini, ölümsüzlük bahanelerini, bunları yak iyisi mi.
Sen bilirsin yine de, yola çıkmak: “bir başkası olmak süresiz”
Emanet parmaklarla bir yokluğa dokunmak, sürekli
değişen parmaklarla. Başka gözlerle, ama daima değişen gözlerle; orada
değilsine bakmak. Ben uzaklaşıyorum kendimden, içimde bölünerek. Görmek için
tam olarak neyin bölündüğünü kendimde. Şuurda yarılarak ilerleyen bir ok ya da
deride. Dokun, ürper. Neyin geçtiğini, böldüğünü, toprağın ya da asfaltın
ortasındaki bu yarılmanın sebebini: yalnızca görmek için yaşamak. Yol bir
bellek düşümü olarak yansıdığında gögüne, her ağaç; toprağın uzun aklından
çekebilir kökünü... Kök- nasıl zehirli, ağır bir yara izi. Kök sökülünce, nasıl
ağrır ilk ayak hamlesi, ağrısına basarak güçlenir ayak sesleri, tam orası
dediğin, ağrının fışkırma noktasına,göbeğine. Kökü elinde bir insan, uzay
boşluğunda bir ünlem, yeryüzünde bir kaybolma tuşu: bas istersen.
“Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!”*
Vilnius’ta ormanlar nefes aldıkça genişliyor
gibidir. Bir kabarcığın tutup sizi sarmasını bekler gibi- o kabarcığı yapan
yatay gövdeye ulaşmıştım işte. Yere ve göğe paralel uzanan bir kök beş gövde
olarak. Önce Hayriye Ünal şiirinin kendi içinde çoğalan seslerine benzettim.
Uzaktan. Yaklaştıkça, ondaki bölünmenin kendini gösteren gövdeler halinde, bir
elin parmakları gibi, hepsinde başka yaşantıların sürdüğü izlenimi uyandırarak
başka ben duygularının, bir başkası olmak süresiz deneyiminin somutluğuyla
gözgöze geldiğimi duyurunca, bu Pessoa dedim, Portekizli “çok” şair Fernando
Pessoa. Bir Pessoa şiirinin- tabiat
tarafından çekimi. Hayat bir şiiri çekimliyorsa, merkezinden bir şairi
tedirgince geçirir. Onun yürüyüşünün izleği de bize bir an dökümü olarak kalır.
İşte orada, kendini tabiatın arasına yatay olarak uzatmış bu beş gövdenin-
Pessoa’nın ayak seslerinden yapılmış bir ağaç olduğundan emindim. Bu beşlik,
kökünü çekememiş, her biri başka yöne uzamış parçalarından geriye doğru bakıp
kendini çağıran ironik zerrelerden oluşuyordu, bir o kadar da trajik. Farklı
yönlere doğru kökünden kopamamış her Pessoa girişimi yarı yaşanmamışlık olarak
köke, son bir bakış fırlatıyordu: ben, tam olarak bu uzaklığın neresindeyim. Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Alvaro de Campos, vs.
“Durmadan gitmek, sonu olmayan/ Bir yokluğun peşinde” İşte yeri tespit
edilemeyen “başkası” kendinin kaybolmaktan yapıldığını duyduğunda “kendi olmak”
sürekli peşinden koştuğu bir boşluktur artık. İçi dolu bir boşluk.
“1912
yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. (Alvaro de Campos'un
biçeminden değişik) ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan
vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli
belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı (böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis
doğmuştu.) Bir buçuk iki yıl sonra, SaCarneiro'ya bir oyun oynamak geçti
içimden. Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu
SaCarneiro'ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Birkaç gün bu işle uğraştımsa
da, bir yere varamadım. Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün, 8 Mart 1914
günüydü bu, çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünde bir tomar kâğıt alıp
(her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu
açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda otuz kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer
günüydü bu ve bir daha böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık
koydum yazdıklarıma: 'Sürülerin Çobanı'. Bunun ardından hemen Alberto Caeiro
adını verdiğim biri belirdi içimde. Deyimin saçmalığını bağışla ama, böylece
içimden ustam ortaya çıkmış oldu.
İlk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri
tamamladıktan sonra da, başka bir kâğıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa
imzasıyla 'Eğik Yağmur'u yazdım. (...) Alberto Caeiro ortaya çıkınca, doğal ve
içgüdüsel olarak ona birtakım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak
ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis'i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi
adını ve kişiliğini kazandırdım, çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda
onu görebiliyordum. Ve birden Reis'e karşı bir kaynaktan bir başka kişi
korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos'un 'Zafer
Şarkısı' önümdeydi..."*
Durmadan
kendine çarparak mesafe duygusunu yitiren bilinç “bir şeyleri kaybetmiş gibi”
hisseder kendini. “Kendim” sanarak elinde tuttuğunun, “başkası olmak süresiz”
olduğunu farkettiğinde kaybolan şeyin kendilik olduğunu da, yolda öğrenecektir.
Aidiyetini, taşınamaz varlığını, kendi oluşu içinde dahi uzağına bırakarak,
yola çıkabilme gücünde olduğunu ispatlayacak, yüklerini yıkmış biri olarak yol
bilgisiyle her yönden kendini çağıracak. Tek yön yürünebilir olduğunda
kaybolmayacağımız matarasında tuzlu suyla yola çıkmış şair tarafından söylenmiş
olsa da, bir kökü farklı yönlere doğru gövdelerle yürüten Pessoa da
olanaksızın, kaybolma riskinin, kendini çağırma yarasının tecrübesini
sunar. Kaybolmanın bütün olanakları denendiğinde, bir başkası olarak kendiyle
yüz yüze geldiğinde insan köküne hiç acı duymadan dokunabilecek midir. Bir yöne
doğru herşeyiyle kendi olarak yürüyebilecek midir, hiç yarılma izi olmadan,
sesi çatlamadan, nefesi tükenmeden...
“Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.”*
Yolu bir kez gözünü kısmadan, upuzun somutluğuyla
düşünebilmek. Bu düşünceyi,”kendim” dediğimiz som bütünlüğü dağıtmadan kalbine
çakabilmek: işte buna inanmak deniyor. İnanınca yol çağırmıyor sizi mesafeyi
çağıran siz oluyorsunuz. Uzaklığın hükmü kalkıyor, “gidilecek yer ne kadar uzak
olabilir “diyorsunuz.
Pessoa şiirini, tabiat çekiyordu dedim ya, ben tam
beş gövdeye ayrıldığı noktaya oturdum; hangi yönden çağırsam gelebilirdin,
hangi parçadan, hangi yarımlıktan, hangi yokluktan... Ama bilirsiniz işte şiir
yürüyeceği uzaklığı bulduğunda asla geri dönmeyecek bir yürüyüşün adıdır
yeryüzünde- onu sadece izlersiniz, ayak seslerini duymaya çalışırsınız,
kaybolurken bir ebru teknesinde renklerin geri alınmaz sökülüşü gibi hiç
dokunamazsınız, dokunulmaz çünkü onun kendi dengesine dağılışına. Renklerin
gücü dengelendiğinde- her renk eşit bir güçle dolduğunda: ebru kendi yokluğunu
tamamlayıp şeklini çağırmıştır işte. Suyun içinden incecik kıvrımlarla. Sende
kendini kaybolduğun yollardan çağırırsın.
"Kendimi bulursam kaybediyorum, inanırsam şüphe ediyorum, eğer zaten
elde etmişsem sahip olmuyorum. Gezinir gibi uyuyorum, ama uyanığım. Uyurmuş
gibi uyanıyorum ve kendime ait değilim. Hayat nihayetinde upuzun bir
uykusuzluktur, düşündüğümüz ve yaptığımız her şey, onu bölen, ayıltıcı
sıçramalardır..."*
Hani o ağaç, köklerini toplayıp gitmek isterse
toprağın uzun aklında, kimbilir içinden neler geçer. Sen bilirsin Tanrım,
kalkıp giderse birden, yırtılır mı yeryüzü tutturduğun yerden. “gerisi sadece
gök ve toprak”
"Ömrüm boyunca hayatımı ezen koşulların
bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer koşullar
tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde
bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta
olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni
kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini farkediyorum. İpi boynumdan dikkatle
çıkarıyorum, ama bu kezde kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor..”*
*F. Pessoa’nın yokluk biçimlerinden toplanmış parçalar ve “Yola Çıkmak! Yitirmek Ülkeleri” isimli şiiri, El yazısı, “Sürülerin Çobanı” şiirinden
Emine KOCABAŞ (eko)


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder