02 Ekim 2013

Zencilere Sol Majör: Şarkılar SENİ Söyler



Ve bazen sırf onlarla aynı dünyadasınız diye içinizi bir umut kaplar. İyi ki, dersiniz, iyi ki varlar. 
 "Zeynep ve Enver'e"
ve tabii Kunala'ya,
 varlıkları yeryüzünde bir iyilik olanlara.... 



Zencilere Sol Majör: Şarkılar SENİ Söyler
                                                                                   
                                            “Deniz tutmuyor çocukları göğün tuttuğu kadar”


Kapitale inanmak ne, peki inanmamak- Allah aşkına
Bunca ihtiras bunca alışverişe, bir anda
Ölüleri yan yana bırakıp yan yana ölmeleri için
Boşluklarını, gölgelerini kusursuz ama herşey onlar için
Cinayet. -kalbini üzerinde taşımazdı rahmetli-
Konuşmasak kimse bilmiyor bazen
İyi huylu kalabalık kalbine güvenecek miydin, rahmetli
olmadan önce oluyor bazen.
Gürültüden,nazdan, sabah ışıklarından uyanmadan önce
Erkekler kadınlarından. Kadın yaratılmazdan bir önceki gece
-ya kuşlar!
Tek ayak ve seksek tuhaf degil mi yaşamak
Diyerek göğü uçmak: bizse teferruat ve bahane
Neysek olanca uzak neyse
Bu şarkıyı eceliyle gülemeyen kadavralar söylesin...

Işıklar kapanınca
tek harfi bile bizim olmayan sevinçler var ya
İşte dünya mezarlığı-insan fışkıran rahim ağzı orası
Mühim adamların akıl sapağı, nasıl geçilirse tedirgin
Ürpererek bir aşktan bu bahsi de öyle geçelim.
Kimse kimseyi duymamıştan gelsin.
Kalp kalbe çarpınca sımsıkı bu şarkıyı
Mutluluktan ölememiş yoksullar söylesin...

Kaç sureti olmayan sorudur bu
Tarihi tekerrürden bezgin çocuklar söylesin
Hiç padişah olmamış kadar güzelken barbaristan hiç
Degilken. Bir devlet bile iyi huylarına eşkiya-
Kimdurduya getirecekler kim kimi ama
Dağları kader gibi çöken gece evlere dağlar gibi geç.
Gelmesin kötücülse bahar bile.
Tutuşmadan evvel yaseminler hesap bakiyeleri
Limitsiz ve siyahi ilişkiler bunları düşünmeyebilirdik
Yaşamak da Allah’ın emri ölmek kadar...
-bazı günlerin adı umutkıran bu şarkıyı
La havle makamında çoksesli
“Zenci doğmadıksa da zenci degil miyiz oyunda “ korosu söylesin.

bazı ihtimaller sonsuz uzaklık
Denizi görmeden büyüyen çocukları düşünürsek
Onların kurak ülkelerini sevebilmek.bazı çelişkiler iyi ki varsınız
Kanın pıhtılaşıp akmaması kadar gerçek
çocuk geçsin diye durup kalması bir ırmağın rasyonel ve emprik
bize kalan dünya eşzamanlı yanlızlık efendimiz
kimiz ki biz kimlerdendiniz bu şarkıyı, bilenler söylesin

ey nice çağrılıp da gelmeyen kelime
boşluğunu bilsen kimler dener üstünde, şakayık
kendine bile ayıptır kadın ne çok kayıp
ağlarsa analar seni bugünler için mi sevgili ülke!
sebebi kendinden evvel solar kimi çiçeğin
ki hayretsin en büyük yenilgi senin,diyorsam anla
-şakayık vazolara sığmayacak kadar acı- bu şarkıyı
Töre oyunları,ağzı söze ermeyen dip odalar
genç kızlarda büyüyen intiharlar söylesin.
kimsem o olmaya bir deniz büyür
anneler bunu koysalar çeyiz sandıklarına
Geçmişe dökülen güller niye bu şarkıyı
Duyulsa da varılmaz acı eşikleri,komşu hakkı için ulu adaklar
Çok yaşamıştan gelen kötü çocuklar degil.kalbi olan
söylemesin.-Allah aşkına

Kar tutmaz kış ağaçları gibi dilekler de
Sokakları uçurtmadan bir şehri sonu sen olan
Cümlelerin ansızın bitmesi gibi çıkınca haritadan
soru eklerinin aşktan şüphe etmesi, bunları bilme diye söylemedim
kusurdan dönerken renkler kontrasttır
çünkü sevgilim çünkü mucizem-Türkçe’nin en güzel zamiri O-
sesleri kendi haline bırak. üşümek diye hatırlasınlar bunu
aşırı hızdan ölüyor dünya durmadan bu
şarkıyı bil diye söylüyorum
iyi olan ne varsa o sende meşru.

Biraz fazla yaşasak geri alan birileri var
Ellerinden geleni geri alan ve saatleri
Kimi suretleri sıfırla çarpsak
Artık acılara konmayan evlerimiz olacak!
Belki mutlulukla eşanlamlı
Güneş gören odaları yaşandıkça artacak bu şarkıyı
-yazdımsa da söylemeye gücüm yok
telgrafın tellerine konamayan kuşlar söylesin
yaşarken çok aksak bu şarkıyı –
kalbinden malülen emekli ihtiyarlar söylesin.

Onca söz toplasan sen etmiyor bu
Gayrı mazeret mi gerek şiirden çıkmaya...
Yokluğunla alkışla bu şarkıyı
Varlığına erdim sananlar söylesin.
Ya da dur niye söylensin


Al bendeki bu yarayı sendeki güzelliğin göğü say



                                                                        eko

23 Eylül 2013

Konuşma-Ülkü Tamer




Şunu dedi şiiri okuduktan sonra: "Kuşları niye vuruyorlar ki... Vurmasalar keşke. Kötü bir şey bu"


KONUŞMA*

aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen
.

*ülkü tamer

                                                                  eko



14 Ağustos 2013

Rh Negatif ya da Adeviyye için bir dua







                  RH Negatif

Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz demiştiniz
Durmadan kanayan bir çağın damarlarında
-namaz kılmak nedir bilir misiniz
Dilde buz kesen bir ayet, ey henüz ölmemiş atom parçaları
Zerreleri sevinçlerin iyi günler gibi az
İyi günler gibi kapalı kapıları- şimdi çalmalı
Dünyanın kornaları, bin telaşla sirenleri uykuda
Ani frenler patlamalı kıl payı ezmemiş son heceyi
-henüz ölmemişler
hem tanrılı hem mumya
yaşıyor mu yarım mı kalmış
gözler kör noktalarda bakışlar dağılmış
en sakızlı cümle öbekleri-konuşacak az kalmış
ellerinde lolipop damarlar barbados şekeri
tutan el elbet yalayacak, ama fani
dünya bağırsana artık
yesen de doyurmaz kanı rh negatif
   kanı rh negatif

Hazin bir hatıradır kelimeler içinden patlar bombaları
Maharettir gömmek tek mezara bir çağı...
Eksik kollarını çağır Bosna’dan
Yürürken yersizliğini anan bacakların- Gazze’de olabilir
İhaneti kalp içinde tutabilen- yenik sözlerini Hama’da
kıta köklerinde ruhları birbirine karışmış ölülerini
Sev damarlarının boşalmamış suyunu,
Auschwitz’den sonra kimse....
Çukuruna yatır dene bedenini diriler de toprağa batabilir,
Korkma hemen değil

Hayat olmalı,demiştiniz ya şiirlerde
Kanlı canlı, baharı hatırlatan bir botanik paktı
kusura bakmazsanız bir çelenk
Solgundu çiçekler pek açmadı
Fazla kan verilmiş olabilir.
Ey dünya bağırsana artık



Biliyorum Allah’ım bir imge
mezarın genişliği kadar ürpertmez insanı
ve hiçbir şiir
ölüyü taşıyacak kadar güçlü değil.
en yalın anlatım ölümdür biliyorum
Biliyorum Biliyorum Biliyorum Allah’ım
Kurşuna çarpılmış bir çocuk Suriye’de
Adınla ayakta kalpler Adeviye’de
ölmeyi öğretirken kemiklerine
lütfen Allah’ım lütfen hayat olmasın bazı şiirlerde...



                                                                                           eko

                                       

 

11 Temmuz 2013

Litvan Şair Judita Vaiciunaite,Srebrenitsa ve Yasemin Çayı








                               
                 Yasemin Çayı


Yasemin çayı
Pencerenin ötesinde kar gibi yağan
Bosnalıların kanıyla karanlıkta
Cömert bir gece
Katliamın yankısında ışıldayan
Kırmızı tehditkar bulutlar
Tabiat kanunları
İki fırtına geçerken
Parçalayan rüzgara uyarsan
Bir mezar gülümser
Nemli sis duvarı düşecek
Tozlu sis
Yasemin çiçek açtığında
Uzun köknar ağacında
yasemin çayı kar gibi yağar
Pencerenin ötesinde


      

          




 Judita Vaiciunaite*


*12 Temmuz 1937 -11 Şubat 2001 yılları arasında yaşamış Modern Litvan şair ve çevirmeni. Srebrenitsa katliamı için yazdığı şiiri çevirmeye çalıştım. 11 Temmuz katliamın üğrenç belleği, 12 Temmuz Judita'nın doğum günü.



eko


25 Mayıs 2013

MİSAFİR

 
Asaf Halet'in eşi Nermin Hanım'a yazdığı şiirlerden biri Misafir. İnsana bir hengamenin içinden çıkış yolunu hatırlatan. Sözü ağdalandırmadan usulca çarpan, kendinden eklediğin hikayelerle çoğalan, çoğaldıkça bir karmaşanın içine düşürüp tekrar okuma ihtiyacı hissettiren. Kendine tekrar tekrar misafir eden de denebilir. Aylardır elime geçen kağıtlara karalamam, bir dua gibi mırıldanmam bundandır belki. Buraya da mırıldanmış oldum.

Babasının yokluğunu hissettirmemeye çabalayan oğlunu da kaybeden Nermin Hanım'ı düşünüyorum sonra. Çantasında taşıdığı üç fotoğrafla, bir huzurevi odasında. Bir gün uzun uzun konuşmuştuk seninle eko, böylesi bir geride kalışı. Bu şiirle beraber daha da manidar geliyor... Misafir


KUNALA

24 Mayıs 2013

Nilüfer Ya Da Büyük Çaresizliğimizin Şairi


 
O canavarı nasıl sustursaydık da yıkmasaydı duvarlarını, neyle yatıştırsaydık onun heryeri kaplamak istercesine arsız büyüyüşünü. Onu en donanımlı silahlarla vursaydık, en zalim bombalar düşseydi akıl sır ermez pervasızlığına, onu paramparça edebilseydik yine parçalarıyla, tüm parçalanmışlığıyla oymaz mıydı uzuvlarımızı... Ölüsünü bağışlanmaz bir suç ağırlığıyla uzatmaz mıydı aramıza? Ömrümüzün bütün uykularını, ondan bir adım kaçabilmek için uyumuyor muyduk biz? Niye ellerini çekmiyor gırtlağımızdan, madem almayı arzuladığı birşeyler var, niye bir an önce gırtlağımızdaki ellerini birbirine kavuşturmuyor... Ne zaman bir şiirini okusam; Onu, içinde dolanırken düşlediğim salonunda bunları  düşünmüş müydü Necatigil, bilmiyorum. Oldukça sade döşenmiş o salonda  Necatigil arasıra oturduğu dikdörtgen yemek masasından kalkıyor dalgın adımlarla odanın içinde yürüyor, ikindi güneşinin seyrek ışığının girdiği penceresinin perdesini hafifçe aralayıp hergün gidip gelmelerinden çizgiler edinmiş sokağa bakıyor -sanırım bir kaç dalgın adam yürüyor orada, bir kadın telaşla pazardan dönüyor, iki genç kız hayattan habersiz gülüşmeleriyle ilerliyor- Sonra hafifçe başını çevirip sokağın diğer tarafına bakıyor -bir simitçi ya da ona benzer bir işportacı, sinirli bir adam sigarasını yakıyor, sonra az ötede bahçesinin ve çatısının bir kısmı görünen okulun teneffüs zili çalıyor, birden çocuklar bahçeyi dolduruyor, ani bir dalganın yükselişi gibi ya da bardağın bir anda doluvermesi- perdeyi kapatıyor Necatigil. Üzerinde gazetelerin bir kaç kitabın ve bir şeyler karaladığı sayfaların bulunduğu büyükçe masaya geri oturuyor. Gazetenin “kareler ve aklarından” soldan sağa 1O harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK. Sonra bir kaç kelimenin yanyana gelişini izliyor, aslında izlemiyor çünkü Necatigil kelimenin içinden dışarı doğru yürüyen bir şair. Kelimelerin mikrobunu biliyor, barındığı dili iliklerine kadar bilen bir şair, kelimeler oyuyor keskin ve sivri ucuyla kaleminin. Ölümlü gömleğinin cebinde sıkıntıdan bir saat dönüyor.

 

Ben oraya koymuştum, almışlar,

Arasına sıkışık saatlerin.

Çıkarır bakardım kimseler yokken;

Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”*

 

Bir “kendilik” bırakır değil mi insan başkasına dokunurken. Bütün ilişkilerin sarmalında bir ihtimal gibi taşır kendini. Oysa bütün aynalar kendi beklentilerini alır bizden. Şekiller, çizgiler, kalıplar o ihtimali sıkıştırmaya, onun bir ihtimal olarak sessizce varlığını sürdürmesine karşı bütünleşmeye başladıklarında, yıkıldığında olanakların: dil içine doğru oyulmaya, kelimeler metinden düşmeye başlar. Bu belli belirsiz, ama istemlice suya gömülüş anıdır. Necatigil somut mekanların daralmışlığından kelimelerin ayaklarıyla kaçar. Yan yana iki kesik çizgi: orada bir ölü sessizliği gibi belirir şiirde, kimbilir kaç kelime batmıştır aynı yerde. “Sonra giderilir merak bir susuzluk gibi suda/ Düzayaktı galiba üç dört basamak/ Bu gece mi öldü bu- - “ (Kesik) Sanırım kaybetmekle bulmak arası en uzun yoludur şairin; çünkü O, gitmekle kalmak arasına koymuştur “kendini”.  Arasa da bulamaz işte, çoktan birilerinin birşeyi olmuştur. Görünmez bağlarla hayat onu şiirden dünyaya doğru asılır. Hep kendine doğru kaçmanın yollarını arar Necatigil.  Kendiliğini gerçekleştirebileceği tek olanak, tek ev şiiridir. Adımları mekansal bir eve doğru değil nefes aldığı yere şiirine doğrudur. Orada bile “bir başkası” tehdit olarak belirdiğinde kelimelerini  çeker, metnin içine kaçırır. Bu anlamıyla diyaloğa, görünürlüğe bir karşı koyuştur Onun şiiri. Kelimeyi kaleminin ucuyla didikler, karıştırır. Öyle ki kelimede de bir yabancılık payı bırakarak ondan da öcünü alır. Dünyayı nefes alabileceği bir zemin olarak görmez Necatigil. Onca yerleşmişliğine, düzenli yaşantısına çelişik bir “kendilik” duygusu , Adorno’nun “artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı” deyişini doğrularcasına tek  varolma olanağını şiirde bulmuştur. Dünyanın eşiğinde çelişkiden bir ev.

 
“Kışken ilkyaz, sularımda açardı;

Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?

Eski defterlerde sararırmış yaprak.

Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.”*

 
Kaybettiğinde anlıyor insan yokluğa dokunmanın çaresizliğini. Yakınlığından çekilen herşeyin dışarda bırakılmışlık duygusunu beraberinde getirdiğini yaşadıkça öğreniyor .Var saydığımız bir şeyin, bizim dünyamızdan , isteğimiz dışında ayrılması değil mi kaybetmek? Bir anlamı kaybetmek nasıl bir çıkmaz oluşturur insanda? Anlam; bir derinliği, genişliği, kocaman bir içi alıp gider kaybolurken. Kaybedilen anlam benin göstergesiyse orada kaybolan hepten “ben” değil midir? Ben göstergesini, imgesini kaybettiğinde- ama bunu bana doğru yaptığında, kendiliğine doğru yaptığında-  yani ben kendimi göremediğimde olanağımı yitirmiş sayılmaz mıyım –metinden düşüp giden bir kelime gibi. Koyduğumuz yerde bulamadığımız o şey benin göstergesi olabilecek bir anlam genişliğine sahipse: göz  karanlıktan başka birşey görür mü artık. Kaybetmek hizayı bozan bir şeydir  çizgilerden taşırır insanı.Yoksa niye kırsın ki bir şair dizelerini, niye kelimelere anlamdan daireler çizsin, dizenin ortasından, sonundan bir alta, bir üste niye kaydırsın onları. Anlamları iki yöne eğerek kelimeleri  duyma  sınırından niye taşırsın.

 
“Bir ışıktı yanardı gecelerde;

Akşam, çiçekler uykuya yattı,

Sardı karşı kıyıları karanlık-

Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.”*

 

Necatigil ışığının kaybolmasıyla tüm anlamlara söndürüyor  sigarasını. Bir nilüferin suyun üzerinde kımıltısız güzelliği, koyduğumuz  yerde bulamadığımız anlam, bulunduğumuz sahnede -dünya denebilir- ansızın kapatılmış ışıklar, işte o karanlığın bomboş içi. Tekrar masadan kalkıyor Necatigil, geniş odasında daireler çizerek yürüyor, pencereye doğru yöneliyor ama bu kez perdeyi açacak takati yok, hayır perdeyi açmıyor bu kez. Biliyor, artık gece ve dışarısı koyu kocaman  karanlık. Masasına dönüp “kareler ve aklar”dan yukarıdan aşağı 10 harflik boşluğu dolduruyor: ÇARESİZLİK.  Hemen gazatenin boş bir yerine Köprüler ki gösterir tutulan güneşleri/ Bir süre ve yarım kalıyorsa/Bulutlar da geçerler/ Gitmiş kadar olmak insanın gideceği” karalayıp odadan hızla çıkıp gidiyor.

Evlerin şairi mi diyelim ona, değil. İnsanın ne kadar gitse de sonunda inandığı sınırlara gömüleceğini  bilen şairdir Behçet Necatigil,  bizim büyük çaresizliğimizin şairidir
 
 
 
*Behçet Necatigil'in Nilüfer şiiri ve görsel Necatgil'in evler şiiri kendi sesinden.
 
 
eko(emine kocabaş)

 

16 Mayıs 2013

Gökyüzü Biraz Fazla


Umut inanılacak kadar yakın görünmediğinde, damarlarımızda bir kahraman yürümeye başlar. Kan harita boylarını aştığında, belli belirsiz toprağa batırıldığında insanların; konuşmak kekeme bir dilin sürçmesine benzer. Hepimiz aynı göğün altında, hepimizin içinde bir muzaffer çünkü kahramanlar tek şarkıda ölmezler....




GÖKYÜZÜ BİRAZ FAZLA


Muzaffer, ışığı aç da bakalım
İkimizin kanı aynı renk mi akıyor


Umut yerli bir kuştur, en çok ardıç ağacında
Hiç olmak ne güzelmiş yüzünün yarısında
Yarısı dönmemeye çok haklı
yeryüzü halkları gibi hızlı hızlı
çünkü Muzaffer
eski yazı biçimi bir yeraltı suyu.Uzak
bir betimleme olarak kalmasın diye
yalnızken yağmamış yağmur bir adı
Devlet okulları en çok neyi öğretir
Tahtaya yazılmaz bazı gerçekler en toplumsal gerçekçi
hiç korkmama biçimi Muzaffer
kimi gün biraz daha dağlar aşırı 
kimse kimsenin kanıyla ölmesin diye, kırmızı
bir gülün nefesini taşır aklında
halkı için ölü taklidi yapan bir çocuktur Muzaffer
Komutanım, hiyerarşik davullara ölümcül vurur 
Cuma günleri aşırı kumral.söylesene Muzaffer 
İnsan en çok neresinden ölür.

Kusur değil yüzünün yarısını yoksullara bağışla
Kusur degil söze girmesin hiç diger yarısı
Yeraltı sularının da kalbi var
Umut yersiz bir kuştur dünya haritasında
Anla Muzaffer gökyüzü 
biraz fazla.

Kimse için bir panzer çizmemiş olsam
Bir kurşun kimse için
Anlaşılmamaktan kalkan cenaze- o kimse
Olmamış olsam neden
İç kanamadan kaybediyorsun hayat
kaç milyon çiçeği birden. Herkesin uyuduğu geceler
-lirik bir uyanma biçimi Muzaffer
O olmayan sabahını düşündüm, 
-ışığı açma kalsın Muzaffer-

Nasıl olsa çekilir kan ağzındaki yaradan
bir coğrafya yapılır sanma ki ışıktan
-tesbih böcekleri duayla yol alır-
karanlığın tam ortasından
bakarsın bir gül filan açılır


eko(emine kocabaş)

09 Mayıs 2013

Bir Doğum Günü İçin







YAKIN ÇEKİM
                                 
                                    Zenci bir perde, açılması gerektir


mühim değil beyaz değil hiç değil


okunmasın diye yazılmıştır dünyada


Şiirler bir çeşit plastik perdedir.....


İlk adım- sinopsis
Buca’da bir labirent,bir adam bir kadın, kaçan iki fare
değmeyen kuyrukları arasında görünen-
gök skaler bir genişlik, veri tabanları sessiz.
kadın adama -biraz oksijen dök yaralarıma
atmosfer kalınlığı bir pencere, aç
marsta kahvaltı olasılığı gibi bir tat-
adam kadına -adım ağzında.

Ağzımda adın, kopma grafisi yetersiz,
damarlarımda
aşktomogrofik bir feza demiyorum, ez kaza
biraz bilim biraz kurgu toplamıştın dağıttığım zerreleri
patlamamış atomları yerlerine dört defa -ölmediysem aksak bir metafor
-doktor Who bulabilir belki kemiklerim paralel evrende
kendine batmış bir eksen bile olabilir
Ya da vektörel bir kırılma,dokunduğun yerde
-bakır rengi bir fay -kısa devre yapabilir
Çöker iğreti şekillerim-zaten zaman çökeltidir.

kaburgalarım o aksak tuşlar,yeryüzün senin,
Kayıtları eksik bir pandomim, ayaklar
çamurlu değil- ikinci perde sesin
Nikotin şiddetle terkedilir,yürüyebilirsin
(ölümlü bir kadın içi)-tam olarak kaç metrekare, ait olmak
fon olarak dünya, müthiş bir sahtelik.
söylemişti kulağına Andy Warhol, aşkkk;
hatırla bebeğim, çoookkk vaaarrr
nadirattan değil pop-art ve spesifik.

Sondan başladım- en mahrem yerinde anlatmaya
Vilnius Kleipada yolu, saatte 250km
Kimi yağmurlarla ıslanmıyor insan
anlıyor dipsu balıklarının çamurlu tadını
ölüm var bir çeşit ağır metal.
omurgalarını taşıyor geyik çıkabilir
Levhasında vurulmuş
Lanet olası bir kurşun herkesin gögüskafesinde
uğunmuş
çarpa çarpa bir kalp, taşıyor olmak dünyada.
Bir çeşit anafor.-kanın çağıltısı duyulmuyor-


Haklısın yersiz bu sahne, bir doğum günü için
Uygunsuz gelebilir-bir buluş yapmalıydım,
Dünyaya doğru bir bahane.
Bir buzul eritebilmeliydim,ateşiyle
ya da nihilist bir çekiçle yıkmalıydım vitrinleri,portföyleri
-buzlu bir kıyım- borsada handiyse
Sana aşk diyebilmeliydim- iki çocuk büyüklüğünde
sana basit iki kelime. divani mektuplar da yazılabilir
aşktan okunaklı ve anlaşılır- sana epik
mazeretler bulunabilir osmanlı bir türkçeyle
yiğidin hakkı çünkü yiğitçe
bütün uzaklıkları denedim –failü
Hesaplanmamış milatları bile yitirilmiş açıları kayıp çağları- mefâilü
Ve birimleri,gazları milim sapmaz aynalardan -failün
Sakındığım yüzümü yüzünde buluyorsam- bu kaçıncı
Failâtün failâtün failün...
seeviyorsun seeviyorsun yetmiyor:

ağzından bir sözcük. İntihar bile değil ,ağzımda:
mastarlı bir kök ,sevmek
Kuzeyde bir orman senle,ayakları buzkesmiş
Henüz denenmiş darjeeling, tütsülenmiş somon,iki düğme eksik
yukardan aşağı bir nehir adı, bir getto karanlık
-şeylerin içini senle keşfetmek-
sular çağıldar toz duman sessizlik
ağır bir işkence gömleği, çıkar şimdi
ona bir anı kat, bir yitik parça ona bir renk.
Salkımların şişedeki tadını-çünkü sersemletip dönmek istiyorum
Dünyanın saatteki hızını.-nerden baksak-

İki noktanın bir birine yakınlığı, nerden baksak
Uzaya asılmış bir ihtimal olarak
: iki kalbin birbirine atması aynı dakka aynı 
 anda: minimal bir uzaklık

bir kadın sen dolu içi çın çın çın
çınlıyor olmak,nerden baksak adam
sinopsis bir anlatım,  diyorum ne zor
erkekçe doğmak bu çağları -iyi ki doğdun
kalbi kalbe teri tere katana şükürler olsun 
ayrıcalık gibi duruşuna dünyada ,
tüm çiçekleri kaldırıyorum....


















eko(emine kocabaş)

04 Mayıs 2013

Pessoa Şiirini Çekiyordu Tabiat



Sevilmek gerçekten sevilmek nasıl bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir yorgunluktur!” F.Pessoa      

 
Boşluğu topladı da melekler sen olan bir yöne doğru fırlattı- hiç bir şey söylemiyorum. İşte yol- yavaşça açılan bir makara gibi- önünde. Hangi yöne- yönsüzlüğün içinde dağılıyor renklerin bir ebru teknesinde. Kural belli, güçlü olan güçsüzü görüntünün dışına itecek. Renklerin düellosunu izliyorsun, kaçışmalarını. Çığlığı suyla bastırılmış bir savaş, hiç de romantik değil, değil mi? Ama bir baleye de benziyor- suyun üzerindeki dans ölümcül. Eğiliyor, yayılıyor, dönüyor- boğulmaktan kurtarırsa kendini bir biçim kazanacak, göreceğiz onu. O biçimin kendini çağırırken kıvranışını izliyorsun ya, yol seni çağırırken ilk adımı atmakla atmamak arası öyle birşey. Gitmekle kalmak demiyorum, önce gözünü kısmadan yola bakabilmek. Tüm somutluğuyla onu bir kez düşünebilmek. Aşk gibi- onu, bir kez, tam olarak, kesintisiz bir an düşünebilmek. O anın büyüyüp gözbebeğini doldurmasına, sonsuz çarpması deniyor, kestirmeden gidince herkesin evinin önünde bir bahar nasıl olsa. İşte yol; hayatta çarpanları bulma işi- hem de çarpışma anında. Pessoa niye “yola çıkmak! yitirmek ülkeleri” diyor ki...
 
Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!”*

Yol fikri kendi sarmalından çözülmeye başlayınca ” ilk adım atılabilir” doyma noktasına ulaştığında zihnin, 'bir barbar kendini tartmalı' ya Turgut Uyar’a kalsa. Sen, kendini kaldırıp türlü ihtimallerde deniyorsun, yürünebilirmiş gibi onca ağırlıkla. Önce tasmaları, urganları, muskaları at. Yerçekiminden de güçlü ayakbağlarını- çöz eşyalardan. Çıkar kelimelerindeki platinleri, derindeki kromu, hafızanda pütürlü metal kıymıklarını, hiç yaşamamış cesetleri, yarısı donmuş yarısı beton suretleri. Hiç gelmeyecek yarın düşlerini, ölümsüzlük bahanelerini, bunları yak iyisi mi. Sen bilirsin yine de, yola çıkmak: “bir başkası olmak süresiz”
Emanet parmaklarla bir yokluğa dokunmak, sürekli değişen parmaklarla. Başka gözlerle, ama daima değişen gözlerle; orada değilsine bakmak. Ben uzaklaşıyorum kendimden, içimde bölünerek. Görmek için tam olarak neyin bölündüğünü kendimde. Şuurda yarılarak ilerleyen bir ok ya da deride. Dokun, ürper. Neyin geçtiğini, böldüğünü, toprağın ya da asfaltın ortasındaki bu yarılmanın sebebini: yalnızca görmek için yaşamak. Yol bir bellek düşümü olarak yansıdığında gögüne, her ağaç; toprağın uzun aklından çekebilir kökünü... Kök- nasıl zehirli, ağır bir yara izi. Kök sökülünce, nasıl ağrır ilk ayak hamlesi, ağrısına basarak güçlenir ayak sesleri, tam orası dediğin, ağrının fışkırma noktasına,göbeğine. Kökü elinde bir insan, uzay boşluğunda bir ünlem, yeryüzünde bir kaybolma tuşu: bas istersen.

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!”*

Vilnius’ta ormanlar nefes aldıkça genişliyor gibidir. Bir kabarcığın tutup sizi sarmasını bekler gibi- o kabarcığı yapan yatay gövdeye ulaşmıştım işte. Yere ve göğe paralel uzanan bir kök beş gövde olarak. Önce Hayriye Ünal şiirinin kendi içinde çoğalan seslerine benzettim. Uzaktan. Yaklaştıkça, ondaki bölünmenin kendini gösteren gövdeler halinde, bir elin parmakları gibi, hepsinde başka yaşantıların sürdüğü izlenimi uyandırarak başka ben duygularının, bir başkası olmak süresiz deneyiminin somutluğuyla gözgöze geldiğimi duyurunca, bu Pessoa dedim, Portekizli “çok” şair Fernando Pessoa.  Bir Pessoa şiirinin- tabiat tarafından çekimi. Hayat bir şiiri çekimliyorsa, merkezinden bir şairi tedirgince geçirir. Onun yürüyüşünün izleği de bize bir an dökümü olarak kalır. İşte orada, kendini tabiatın arasına yatay olarak uzatmış bu beş gövdenin- Pessoa’nın ayak seslerinden yapılmış bir ağaç olduğundan emindim. Bu beşlik, kökünü çekememiş, her biri başka yöne uzamış parçalarından geriye doğru bakıp kendini çağıran ironik zerrelerden oluşuyordu, bir o kadar da trajik. Farklı yönlere doğru kökünden kopamamış her Pessoa girişimi yarı yaşanmamışlık olarak köke, son bir bakış fırlatıyordu: ben, tam olarak bu uzaklığın neresindeyim. Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Alvaro de Campos, vs.Durmadan gitmek, sonu olmayan/ Bir yokluğun peşinde” İşte yeri tespit edilemeyen “başkası” kendinin kaybolmaktan yapıldığını duyduğunda “kendi olmak” sürekli peşinden koştuğu bir boşluktur artık. İçi dolu bir boşluk.
 
1912 yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. (Alvaro de Campos'un biçeminden değişik) ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı (böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis doğmuştu.) Bir buçuk iki yıl sonra, SaCarneiro'ya bir oyun oynamak geçti içimden. Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu SaCarneiro'ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Birkaç gün bu işle uğraştımsa da, bir yere varamadım. Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün, 8 Mart 1914 günüydü bu, çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünde bir tomar kâğıt alıp (her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda otuz kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer günüydü bu ve bir daha böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık koydum yazdıklarıma: 'Sürülerin Çobanı'. Bunun ardından hemen Alberto Caeiro adını verdiğim biri belirdi içimde. Deyimin saçmalığını bağışla ama, böylece içimden ustam ortaya çıkmış oldu. 

İlk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri tamamladıktan sonra da, başka bir kâğıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa imzasıyla 'Eğik Yağmur'u yazdım. (...) Alberto Caeiro ortaya çıkınca, doğal ve içgüdüsel olarak ona birtakım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis'i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi adını ve kişiliğini kazandırdım, çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda onu görebiliyordum. Ve birden Reis'e karşı bir kaynaktan bir başka kişi korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos'un 'Zafer Şarkısı' önümdeydi..."*

 Durmadan kendine çarparak mesafe duygusunu yitiren bilinç “bir şeyleri kaybetmiş gibi” hisseder kendini. “Kendim” sanarak elinde tuttuğunun, “başkası olmak süresiz” olduğunu farkettiğinde kaybolan şeyin kendilik olduğunu da, yolda öğrenecektir. Aidiyetini, taşınamaz varlığını, kendi oluşu içinde dahi uzağına bırakarak, yola çıkabilme gücünde olduğunu ispatlayacak, yüklerini yıkmış biri olarak yol bilgisiyle her yönden kendini çağıracak. Tek yön yürünebilir olduğunda kaybolmayacağımız matarasında tuzlu suyla yola çıkmış şair tarafından söylenmiş olsa da, bir kökü farklı yönlere doğru gövdelerle yürüten Pessoa da olanaksızın, kaybolma riskinin, kendini çağırma yarasının tecrübesini sunar. Kaybolmanın bütün olanakları denendiğinde, bir başkası olarak kendiyle yüz yüze geldiğinde insan köküne hiç acı duymadan dokunabilecek midir. Bir yöne doğru herşeyiyle kendi olarak yürüyebilecek midir, hiç yarılma izi olmadan, sesi çatlamadan, nefesi tükenmeden...

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.”*

Yolu bir kez gözünü kısmadan, upuzun somutluğuyla düşünebilmek. Bu düşünceyi,”kendim” dediğimiz som bütünlüğü dağıtmadan kalbine çakabilmek: işte buna inanmak deniyor. İnanınca yol çağırmıyor sizi mesafeyi çağıran siz oluyorsunuz. Uzaklığın hükmü kalkıyor, “gidilecek yer ne kadar uzak olabilir “diyorsunuz.
Pessoa şiirini, tabiat çekiyordu dedim ya, ben tam beş gövdeye ayrıldığı noktaya oturdum; hangi yönden çağırsam gelebilirdin, hangi parçadan, hangi yarımlıktan, hangi yokluktan... Ama bilirsiniz işte şiir yürüyeceği uzaklığı bulduğunda asla geri dönmeyecek bir yürüyüşün adıdır yeryüzünde- onu sadece izlersiniz, ayak seslerini duymaya çalışırsınız, kaybolurken bir ebru teknesinde renklerin geri alınmaz sökülüşü gibi hiç dokunamazsınız, dokunulmaz çünkü onun kendi dengesine dağılışına. Renklerin gücü dengelendiğinde- her renk eşit bir güçle dolduğunda: ebru kendi yokluğunu tamamlayıp şeklini çağırmıştır işte. Suyun içinden incecik kıvrımlarla. Sende kendini kaybolduğun yollardan çağırırsın.
 
"Kendimi bulursam kaybediyorum, inanırsam şüphe ediyorum, eğer zaten elde etmişsem sahip olmuyorum. Gezinir gibi uyuyorum, ama uyanığım. Uyurmuş gibi uyanıyorum ve kendime ait değilim. Hayat nihayetinde upuzun bir uykusuzluktur, düşündüğümüz ve yaptığımız her şey, onu bölen, ayıltıcı sıçramalardır..."*

Hani o ağaç, köklerini toplayıp gitmek isterse toprağın uzun aklında, kimbilir içinden neler geçer. Sen bilirsin Tanrım, kalkıp giderse birden, yırtılır mı yeryüzü tutturduğun yerden. “gerisi sadece gök ve toprak”
 

"Ömrüm boyunca hayatımı ezen koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini farkediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kezde kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor..”*



*F. Pessoa’nın yokluk biçimlerinden toplanmış parçalar ve “Yola Çıkmak! Yitirmek Ülkeleri” isimli şiiri, El yazısı, “Sürülerin Çobanı” şiirinden

Emine KOCABAŞ (eko)

25 Nisan 2013

YILDIZLARIN UZAKLIĞINA ÖVGÜ*

 
 

Kunala içine doğru eğildi önce. Her zaman bir işaret kalmıyor sayfaların arasında, kuyuların dibinde duruldukça kımıltısız, kendine gömülen sularda. Sonra bir şiir okudu bana, her zaman okuduğu gibi, yaşamaklardan tedirgince ama en anladığımız, her zaman kendimizi bulup çıkardığımız, en bize ait olan sesiyle.

“Anılacak günlerim olmadı mı benim”- her köşesinden dağıtılmış kısık sarı ışıklarıyla içinde biz kayboldukça genişleyen bir oda.  Akşamüstlerinin imbatlarıyla perdeleri yoklayan Bach’la bir notanın peşinden yürüyen labirente benzer Buca sokaklarından koşup gelen, alnımızı genişleten rüzgar. İzmir’de her şeyin dışında, her şeye ramak kalmış gibi bir oda. Yerlere dağılmış kitap sayfaları kimbilir hangi rüzgarın dağıttığı ...Huzur’un Nuran’ı, Tutunamayanlar’ın Turgut Özben’i. Ses ve Öfke’nin en acıklı kokusu, hanımeli. Sonra Tagor- yerlere dağılmış mısraları. Sonra Erbain, sonra Zarifoğlu, Sevda Sözleri. Malik bin Nebi, Edward Said’in Entellektüeli...Cezayir tam olarak Fanon, sonra Şeriati, sonra Frankfurt Okulu- “benim en sağlam ve dağınık ellerim.” Yerlere dağılmış sayfalara basmadan, uğultulu bir kargaşayı dünyaya doğru taşırır gibi, haritanın kimi yerlerine gidebilmeliydi insan. Bizi bekleyen yerlerine koşarken yakılan bir geçmişin küllerine korkmadan dokunabilmeliydi. O gün, orada sarı ışıktan tutuşturmuştuk odayı. İçinde kaybolacak kadar büyüyen tüm sarı ışıklı odaların bir tarihi yüklenerek tutuştuğu gibi. Sonra avuçlarımıza baktık, her zaman bir işaret kalmıyor sıkılmış yumrukların ardında. “ve onarıyorum nasıl hızla kendi gücümü”.

Bütün şiirlerin, düşüncelerin, felsefelerin bütün olup bitenin olması beklenenin içinden geçerken, kocaman bir kelime olarak hayatla göz göze o gençliğin- her birimiz için her şeyin gerçekleştiği o yerin. Matbaada dergi yetişsin diye hızla, sabahlara kadar kelimelerin ortasında, hiç bitmeyecek cümlelerin sona yakın durağında, tek virgül gibi gerisi gelmeyecek boşluklarda sık sık birbirimizin adımlarına basarak düşmeden yürüyebilmek için- çoğalt beni.

Ben hala kuzey gemilerinin sesini duymuyorum, Kunala kahverengi bir düzeni taşıyor ama gündüzleri...De ki: anılacak günlerim olmadı mı benim
*Yıldızların Uzaklığına Övgü, İsmet Özel

Erbaîn, İsmet Özel, İklim Yayınları, 120 s., 1. baskı, İstanbul 1987 [Nisan]
*şiiri seslendiren Kunala

      EKO

 

16 Nisan 2013

Schubert, Müller ve Bir Yabancı Olarak "1"



                                   “Bir yabancı olarak geldim/ Bir yabancı olarak gidiyorum”.      
                                                                                                                       W.Müller


      Bir deri dolaştırıyor elinde, insana mı ait, emin değilim. Bağırıyor kalabalığa dönerek yüzünü bu bir intiharın ilk izi. Ama kimse derisinden başlamaz ki ölmeye...dönecek diyor soya soya kabuğunu. Peki bir çekirdek bir öz bekliyor mu onu... İç bellek (açılmayan içi; olmanın) acı çekiyor. Deriyi kime giydirirse ona bir kendilik, bir yeni başlayanlar için yaşama kılavuzu- bir de şöyle cümleler var ya kahkahadan öldürecek- bilmem neyi yapan insan bilmem nedir bilmem neyi.Dinlediğine göre kısmen ölüsün, dinle neyi kim şikayet etmede....
Asılları buldun sanki; iyi olmak bir kromozom eksikliği.... Şimdi herkes bir birine dönüp soruyor- ya da içinden kendine doğru, ben onu hatırlıyorum bir nehir adıydı eski günlerden şimdi bir anlam ağırlığı, taşıyor- o deri kimden?
      Şiir bir “an” izi, bir “kesik” ya da yüzülmüş bir deri-geriye takılabilir gibi dolaştırıyor elinde...Artık ağrının da görüntüsüne ulaşıldığına göre yakında sevgi, aşk, şu bu yoğunlaştırılıp maddeye dönüştürüldü gibi şeyler olabilir. Niye olmasın ki... leke tutmaz deriler, portatif hem de işporta bulunabilir... Marketlerde anlam kapsülleri, az kullanılan kelimeler satılabilir... Al işte aşırı kurgulu-yorum sana...Düşünsene adam uzaydan dünyaya atladı ve sesin hızını aştı. Ovaların yataylığını bozmadı mı sanıyorsun. Bozuldu işte “bir ovanın düz oluşu” sayın Süreya “yalnızlık dikey bir kırılma artık uzayda, keşke yalnız bunun için dönseydi dünya” ya da sen şunu diyebilirdin;

       “Düşsün boşluğa sesin hızı çözülsün
        -Felix Baumgartner uzaydan dünyaya- dikey bir kırılma
       İçini düşer gibi boşluğa.
       Yalnızlık diyorum ey boşluğa
       (yatay denemişti Süreya) göz ucuyla”


      Eee, ne oldu yani, sesin kırgın hızı katlanarak kaç yalnızlığa vardı. Dikenli bir kelime işte, özün yalınlığına ulaşabilmek zor mesele. Git git biter mi insanın içi, deriyi çıkarmaları gerekecek. Kanın geçişliliğini ölçecekler, sonra çözmeye başlayacaklar: bir iple aşağı doğru. Ne ağır bir yüksün sen- şimdi uzayda boşluğa düşen “tek taş” sanırsın bir de kendini. Ahh seni bu zamansız ivme mahvedecek. Uykunun arasında düştüğün o- hani uyanıp bakınırsın yok, yorganın arasında filan mı diye- boşluk... İki kelime arasında bile olur o kadarı. Ne boşlukları kaldırıyor insan, taşıyor sırtında- tam o an biri yaklaşıp ne yapıyorsun dese atıveriyorsun oracıkta, koca bir HİÇ- Sen; hiç, hiçi taşıdın mı takır tukur- dur öyle ulu orta söylenmez o, nihilist filan yaparlar o saat adamı- temkini elden bırakmaz tehlikeli belkinin peşinde yürüyen- kanaat getirdin değil mi, her şey “iyinin ve kötünün ötesinde”
      (içeriye kötü huylu kahkahalar girer)(bütün ışıklar sönmüştür)(kadın adama bir çene hediye eder- daha önceki sahnede adam kadına bir tornavida almıştır korkunç nikel- ama seyirci sahneyi kaçırırsa film mi biter)
      Her şeyi oldu bittiye getirecekler, ışıklar açılacak- gördüğün sadece kelimeleri ölü bir çene kanlar içinde, nikel bir tornavida-hiç suçu yok, senin de. Önce bir deri, sonra bu sökülmüş çene bir tornavidayla hem de. Işıklar yandığında, yatağından doğrulduğunda, her şey olup bittiğinde: senin adın ne... Her şeyin bir olasılık olması ne garip- yok bir nehir yatağında akışın, dokunduğun buzlu sular- sahi, ellerin de vardı değil mi erik ağaçlarına, bademlere doğru her uzanışında bahar geliveren - bronz bir heykele dönüşmesin diye ceplerinde taşıdığın... Bu sonsuzluğu yapan neyin maddesi neyin kayboluşu-sürekli, duyulmadan.
      Bir Rus ressam vardı, sadece deniz resimleri çizmiş. İsmi aklıma gelmedi şimdi, ama bütün resimlerde deniz. Kabarmış, dalgalı, çırpınır gibi ya da iki kılıç birbirine çarpıyor kadar sert: bir savaş anı. İşte oradan kendini güç bela, ayağını sürüyerek kurtarırsın ya, bir sesin olsa da bağırsan ya da denizin üzerinde taşın sekişini izlemeye benzer bir şey, marifet taşı atabilmekte. Yüzeydeki tedbirli düzlüğü gözden çıkarabilmekte- kolay mı? (kötü niyetli bir kahkahanın aynı yerde kendini suya bırakışı izlenir. Düpedüz bir intihar.)

 
      İki taşın birbirine değmeme hızı arttığında ,koru bizi, dikenlerine batmaktan kelimelerin, koru bizi korkuların dikey kırılışından, yolunda gitmeyen ayaklarımıza bakmaktan- koru bizi yatışmayan dalgınlığımızı senden kalma sanmaktan... Koru bizi, korumasan ki söyleyebilir miydik adını, sonsuza doğru 90 derece eğik ama sonlu bir dik açıyla her gün beş vakit, yürüyebilir miydik
 


      Schubert’in "dehşet dolu şarkılardan oluşan bir çevrim" dediği “Kış Yolculuğu’nu” dinliyorum. Wilhelm Müller’in şiirleriyle oluşturduğu 24 lied... Schubert “Kış Yolculuğu’nun” müziğini başlatırken Müller’in şu dizelerini seçer “Bir yabancı olarak geldim- Bir yabancı olarak gidiyorum”*. Sonra müzik, bir yürüyüşün bütün sesleri, iniş ve çıkışlarıyla ilerlerken “bu derede şimdi, kalbim, tanıdın mı kendini”* der şiirde. Bilge Alkor da “Kış Yolculuğu'nu", resme taşımış. Aslında, Schubert’in yaptığı da sesle resmetmek. Şiir, müzik ve resim: en güzel üç birlik kuralı. Sarsıcı bir eser gerçekten. Kuzey kışlarının buzlu keskinliğini duyurabiliyor: gezgin yürüdükçe beyaz bir zeminde, dinlerken ben de hep yürüdüğümü duydum tasvirlerine çarparak dünyanın. Sonra Schubert müziğinin müzik eleştirmenlerince, “bir yürüyüş” olarak nitelendirildiğini öğrendim. Kopmuş kolları, alnının ortasından kan sızan taşlaşmış bedenleri, yerdeki kanlı mendilleri, camları paramparça olmuş otomobilleri, korna seslerini, gökyüzüne doğru hayretle büyümüş gözleri, bir mucizenin henüz gerçekleşmemiş halini- “donmuş gözyaşları” diyor şiirde, ve fondan hızlıca akıp geçen, müdahale edilmemiş o doğa parçasını.... Ama biliyorsun artık, oyuncakçı dükkanında olmadığını, bunların oynanmış ciddi oyunların dağılmış parçaları olduğunu. Yürümek; son kaybedişler içinde ağır ağır bir işkence gömleği çıkarır gibi çağını.

                                                                    “karda onun ayak izlerini bulamıyorum”*


 “Yeri öpmek istiyorum, kan ve buzu eritmek/
sıcak gözyaşları, toprağı görünceye dek.”*

       Schubert, hayatının son zamanlarında, ölümüne neden olacak frengi hastalığıyla boğuşurken bestelediği bu şarkıları, bütün diğer bestelerinden daha çok sevdiğini ve kendini, bu şarkılara çok yakın hissettiğini ifade eder ve onun müziğini dinleyenlerin de “Kış Yolculuğu’nu” daha çok seveceklerini söyler. En çok burasını sevdim sanırım: ama sözler çok geride kalıyor yürümeye başlayınca insan, sadece ses. Piyano tuşlarında yürür gibi nefes alıp verişleri notaların, ayaklarının altında...

“neden sakınayım yollardan,
başka yolcuların tuttuğu,
gizli patikaları bulmak için,
karlı uçurum tepeleri boyunca?


hiç hatam olmadı gerçekten ,
ki insanlardan çekineyim,
hangi saçma arzu,
beni bu çorak topraklara sürükleyen ?


işaret-direkleri duruyor yolların kenarında,
işaret-direkleri şehirlere götürüyor;
ve ben geziyorum boyuna,
dinlenmeksizin , dinginliğin arayışında,


bir işaret-direği duruyor berimde,
kımıltısız kalıyor bakışlarımın gerisinde,
bir yol ki düşmem gereken,
kimsenin asla dönmemiş olduğu...”*



      Hâlâ elinde tornavida, deşmek için yaralarını, kazımalısın bulana dek kökünü... Bir acı kökü kalıyor çünkü, muhakkak bir kırıntı....         
                            
                   "bu derede şimdi, kalbim, tanıdın mı kendini”*



*Franz Schubert tarafından, "Kış Yolculuğu" adıyla, Alman şair W.Müller'in şiirlerinden bestelenen liedler.

*görseller Bilge Alkor'un "kış yolculuğu" kompozisyonundan.


                                                                                                                        eko






 

19 Mart 2013

"Kuşkusuz" Bir Hayriye Ünal Şiiri




Düşünceler de çakıl taşları gibi birbirine çarptığında gıcırtılı bir ses duyuyorsun. Kafamın içinde hep o gıcırtılı ses. Yerçekimini, kaldırıma düşen bozuk paraları, onların yuvarlanarak sessizliğe doğru... O sessizlik hiç olmadı ki... -gıcırtılı bir hevese dönüşüyor nesneler/her şeyin  her şeyde bölünen uyumu- demiştim bir kez; benim saatim bazen zamanı göstermiyor. Eşikte olma hissi-sonsuz sonlu eşikte. Her şeyi ağırdan alarak şeytanını da yatıştırmayı bilmeli insan. Belki biraz incinirsin, biraz da canın acıyacak. Öyle soluk soluğa kaçar gibi nereye kadar...
                                                          
                                                                 'kuşkusuz gözlerimle git, muttaki gözlerimle'

“Hadi artık eylen biraz, oyalan ve kal
Burada silahlar boşaltıldı
Burada incelikli bir soğuk savaş
Başlamayacak
Garanti
Ama istersen
Holywood’da bir trajik, Petersburg’da bir mujik
yaka paça atılmışsa   
Bir yer altı adamıysa çarpıştıkça küfrettiğimiz
Daha dikkatli olmalıyız
Proust okurken yatak odasında bir josefine 
Musil’de berjere dayanmalıyız
Solgun ve muttaki görünenlere

Sonuna kadar, dayanmalıyız”*


Bu kez dikkatliyiz: “Kuşkusuz” Kaçmadan, bir adım geri atmadan -gotik bir kilisede durduğumuz kadar uyumsuzuz. Burada kimse kendi değil; bunda anlaşırsak, yürüyebiliriz. Şiirde özne kırım hareketi, kusursuz bir iç itilim, karın guruldama sesi bile atlanmadan -çünkü burası gotik bir kilise, hiç unutmadan. Ayrıntılar, renk hatları, vitraylar, freskler, mumlar ve tütsüler- parçalar, bunlar. İşte bir kadın diz çökmüş, mum yakan genç bir adam -dua eden yüzünde, orada hiç yürümeden dursan. İstersen mujik de istersen trajik -burada kural kesin- berjer yada josefin olmayacak.

Bir deniz kadar canlıdır kıpır kıpır kalbi
Bütün okyanusların bildiği bir sır
Eğil “vereceğim” de “herkesin bilmediği”
kimsenin görmediği bir cürmü, söyle
burada ağır basıyorsa kefe
burada sırrın faş olmuşsa kendinde bir taş
buluyorsan bakarken bir mazluma”*


O taş- bir heykelin aklı, ellerinde .Fırlattığın yerde bir gıcırtı doğuracak. Tek hamleyle ezmiştin kafatasını Zeus’un. “Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma, hızla keskin baltanı vur.” dendiğinde, korkma vur. –zafer çığlıkları atarak bir kız dans edecek yine aklının içinde- ilk değil belki son kez.

“mülteci yüreğim demezsin gevşemiş imgeleminle
mültecinin rezilliğini bilirsen
Zehra ağlarken elleri ellerinde kömürleşmiş kocası
grizu diye bir gerçeğimiz de vardı
sayısız gerçek bulabilirim sayısız korku
sayısız itiraf bulabilirim sahte kefaretler ödemek için
tanrının eli deriz buna
fonetik açıdan kusursuz bir tını"*


Mazeret bulunacak. Ölü bile olsan, bir parçan yeterince ölmemiş. Hala seğiriyor damar; birinin dudakları arasına sıkışmış “ama, diyor, neden”. Birisi için “henüz erken”, diğerleri için kafi sebep toplanmış; ölmelisin vakit varken. Ezilecek bir kafatasına, iğrenilecek bir leşe dönüşmeden. Sıradaki lütfen...dendiğinde arkana bakmadan, tereddütsüz, sensin işte, sıra sende.

“bulabiliriz ölüm hakkında bir koleksiyon
yapabiliriz sıfır sıfıra eşittir bu doğrudur
ama bu doğruyla bir yere gidemeyiz
herkes için striptiz
biri için tapınma
otizm de bir makine olmaktır
bu sırayla yazınca”*


Bundan eminsin artık. Hiç kimse hiç bir şey yapmamıştır, en azından bir kere. Olmakta olanın oluşundaki tekrar- o eriyik haz, tanımla ve at. Kusursuz bir matematik: yok zaten. Yok sayılar içinden, hiç yoktur denir. Yoksa, birlikte ölebiliriz. Hep o gıcırtılar.

cool anılara dönüşmesin diye uğraştığımız didindiğimiz
geçmişin felaketi
felaketin üstüne titrediğimiz -yeryüzü mü konuşan-
doğsun diye doğsun doğ doğ –tam burada işte diyemediğim şey
her şey yolunda mı, değil
niçin susmuyor mezarlıkta bir kemik
niçin ısrarla aynı tutkularla çalkalanarak
first class bir mezarda –bu benim, şehit gibi kefensiz 
gözü açık gittiğimden değil ne açım ne tok
ne ders almış ne şehvetsiz
bence bir kez olsun birbirimizi
yeniden o sabah sevişmesi
nonlineer denklemler bunda da etkili
sonuç değişebilir, küçük kızlar ağlarken gülebilir
bence son kez olsun birbirimizi
mandelbrot, euclid’i herkesten çok sevmişti”*


Sevebiliriz; limit artı sonsuza yaklaşırken kulağımı kalbine dayadım: kaç olabilir? Artçı sarsılmalarıyla: bence son kez olsun birbirimizi- kalp dediğin kaç atar...Hiç durmasın istiyorsun değil mi- durmasın, lütfen durmasın o gıcırtıları bastıran vuruşlar.

burada önce sessizliği sağlayalım
…………………………………..”*

O sessizlik hiç sağlanmadı ki. Metal parçalarını dişiyle söken bir adam, durmadan köpek resimleri çizen bir kadın, karlar üstünde ezilmiş bir kafatası ya da bir iskelet çırılçıplak gezebilen- neden mi? Çünkü “mandelbrot, euclid’i herkesten çok sevmişti”*

“.………………………………….
kelimeler ağırlaşsın ve Amerikalı polis kararlı bir şekilde:
- sonra hepimiz eve gidebiliriz!”*


“- sonra hepimiz eve gidebiliriz!” tek kurşunu kendine sıkmak gibi... İp kopar, boncuklar dağılır... Ama güvenlik sağlandı. Dağıldı kalabalık... Hayriye Ünal şiiri, biraz böyle. Eşyanın içinde, kelimenin ortasında uyumsuz, tedirgin ve kendine bile vurabilecek kadar tekinsiz hissedersin kendini. “....sen de pisliğin tekisin biraz kansız ve serseri/olabilirsin....” İşlevin ne, nesin sen, bu şiire hangi sebeple geldin? Özne misin-komik bu? Nesneysen; ne bu yaşadığın gerilim, neyin peşindesin... Bazı organların bir yerlerde kaybolmuş da arar gibisin- böbreğine baksana ,yerinde mi? Böbreğin var mıydı senin? Sana ait bir şey var kesin: açık bir yarayı bıçakla eşeleme anı, o gıcırtı.
Sesin kendi yatağını yadırgamaması ilginç. Kırılmayı, kopmayı, bağlamını yitirmiş metallerin iğretiliğini değil; pürüzsüz bir uyumu duyurması. Sonra o itilim; dili zamanda iki yöne doğru iten güç, şiirde. Genellikle zamanı, tek yöne itmeyi seçer şairler, tercih olmayabilir de. Hayriye Ünal şiirinde, dil iki yöne doğru itilirken oluşan yüksek gerilim, şiirin seçicilik hakkını kendinde saklı tuttuğunu gösterir. Şiir kolaylıkla yakını olmaz okurun, yakınlığı kurmaya bedel ister: eşyadaki diş izlerini, kelimelerdeki bıçak izlerini, ölülerin çelimsiz lehçelerini, sayıklayan kızları,kurbanların üzerinde henüz kurumamış kan kokularını, yani; tüm delilleri. Toplandığında, eğrileri yürünmüş bir sokak gibi bir yere çıksın değildir derdi. Yürüme anını, sendelemeyi, -düştün çok kez, bunu da söyle- çukurdaki lezzeti. Tümseğin, yükselmenin ayartan hevesini, tapılası güç kelimesini-kaç kez söyledin, tesbih çeker gibi, söyle bunu da.- Geri de dönebilirsin. Yoldan çıkmış bile olabilir bir kaç yöne doğru ayakların, bu bahsi şiir yargıçlarına bırakalım , Baudrillard haklı çünkü, kendimizi gıdıklayınca gülemeyiz. Şiir böyle bir şey hayat gibi. Bir gotik yazılım: her şey olabilir bir gün ya da herkes kendini çarmıha gerebilir, tek tuşla; DELETE. İşte oldu ve bitti...KUŞKUSUZ
               


*Hayriye Ünal'ın Kuşkusuz isimli şiiri.

eko